Cumartesi, Haziran 17, 2006

Masumiyeti kaybetmek

Neden İnsan, sadece çocukken masum görülür ? İnsan cinsel olgunluğuna doğru giderken neleri sırtlanır ? Kökeni dinlerden gelen ahlak, dinlerin kökenindeki binlerce yıllık insan topluluklarının bilgi, davranış ve birikimlerinin yoğrulmasıyla ile oluşur. Arkanıza yaslanın ve bir düşünün, bizi biz yapan süreçler ne kadar da çetrefilliydi. Geçmişe dayananan bir kültür her yerimizi nasıl da sarmış ? Bence her nesil geçmiş ve gelecek arasında sıkışmıştır. İnsan yaşayışına şekil verirken (ister bağnazlıkla, ister açık fikirlilikle) geçmişten alacağı çokça ders vardır. İnsan ihtiyaçlarının, arzularının, arayışlarının, korkularının, bulduklarının, inkar ettiklerinin, sevinçlerinin, dramlarının, yanlışlarının, doğrularının v.s. gelecek nesillere aktarılması ile medeni olmuştur. Ne aşkı biz keşfettik ne de uzayı. Bizi biz yapan şeyler sandığımızdan daha derindir. Binlerce yıldır süren ve hiç bitmeyecek bir inşaatın neresinde olduğumuzu dahi bilmiyorum. Gelin görün ki şunu çok net görüyorum; insan sürekli msumiyetinden bir şeyler kaybediyor. Bu yüzlerin ve kimliklerin olmadığı özgür internet platformu da bunun en güzel örneği. İnsan birey olma yolunda ilerlerken, doğruya doğru-yanlışa yanlış demekten kaçınıyor. İnsan inkar edilemez gerçekleri kendi dogmalarına tercih eder oluyor. İnsan ahlağını ve dürüstlüğünü sürekli kaybederek nereye varacaktır ? Hepimiz masum birer çocukken öğrendiklerimizi ilerde ispatlama gereği görüyoruz. Bu ispatlar genellikle akıl temelinde ve şüpheyle yapılmış araştırmalardan çok, bir tartışmada taraf olma açısından anlam kazanıyor. Hala liselerde "`münazara`lar" var mı bilmiyorum. Ne kadar da yanlış bir eğitim sistemimiz vardı. Hatırlarım, bize bir münazara konusu verilir ve tarafların inanmasalar bile bunu savunması istenirdi. İtiraf edeyim bu münazaralardan benim grubum galip, ben de hep birinci çıkmıştım. Hiç unutmam bir münazarada beni şunu savunmaya zorlamışlardı: kalkınma köyden başlamalıdır. Evet bunu da kazanmıştık. Ben Roma dönemindeki kıtlıklara dayanarak, şehirlerin zayıflıklarına saldırmıştım. Ne kadar da kolay düşmüştü şehirler. Medeniyetin beşikleri, "bir lise çocuğunun elinde birer kumdan kaleye dönüşürken" bu saçmalığı herkes alkışlıyordu. Artık, zaferler beni ilgilendirmiyor, artık sırf kazanmak için tartışmıyorum. Artık, gerçekten birilerini dinliyorum, dinlermiş gibi yaparak sıra beklemiyorum. Artık, çocukken yalanlara kaptırdığım masumiyetimi, geri almanın sevinciyle yaşıyorum. Bir yalanı sırf taraf olmak uğruna savunmuyorum. Masumiyetimi ahlağa değil bilgime, düşüncelerimi dogmaya değil tarihe, davranışlarımı geçmişe değil gelecekle senteze göre ayarlamaya çalışıyorum. Masumiyet bizim en değerli hazinemizdir, onu doğruluğuna inanmadığımız bir şey için harcayamayız. Yavaş yavaş eritip yok ettiğiz masumiyetimizi kaybettiğimizde, kendimizi de kaybetmiş olacağız.

Türk toplum ahlağı

Ne yazık ki; acınası bir ahlak anlayışıdır. Çok kısa bir sürece önce, bir yetimhanedeki onlarca çocuğa tecavüz edildiği tüm medyayı meşgul etmişti. Araştırma derinleştirildikçe etrafta bu işe bulaşmamış adam bulmakta zorlanan polis ve jandarma güçleri, bir anda dolan dosyalardan bunalan adliyeler; sanıkların çoğunun devlet memuru olmasına da dayanarak, sanıkları tutuksuz yargılanmak üzere salıvermişti. İşte hikayemiz tam da burada başlamaktadır. `Normal bir toplum`da, en azından dava sonuçlanana kadar dışlanması gereken bu insanlar, tam aksine kahvede okey oynamaktadır. Olayı araştıran bir gazeteci tesadüfen sanığın kahvede olduğunu öğrenir, pek inanmasa da gidip bir bakmak ister. Sanığı görünce hemen bir röportaj yapmaya karar verir. Olaylarla ilgili bir kaç soru sorması kahvedekiler tarafından hoş karşılanmaz ve gitmesi istenir. http://www.sabah.com.tr/2005/02/01/gnd96.html Bu olayda yargılama süreci hala sürse de, toplumsal olarak büyük bir ahlaksızlık batağında olduğumuzun en güzel örneklerinden biridir. Aynı şekilde bir `adnan oktar` gerçeğimiz vardır. Bu insan ülkedeki en ahlaksız adam olmaya adaydır. Mahkemede kurduğu tarikattaki mankenleri zenginlere pazarlamaktan mahkum edilmiş, cezası infaz edilmiştir. Gelin görün ki, toplumun vicdanında kendisi koskoca harun yahya'dır. Bazılarımız bunları bir tesadüf zannedebilir. Bazılarımız ise en ahlaksızların en yukarlarda olduğunu fark edebilir. Biz, Seda Sayan'ın yeni bir çocukla aşk yaşamasını doğal bulurken, aynı sebepten yan komşumuzu apartmandan attırırız. Biz, kendi çocuklarının penisinden et kesen bir toplumuz. Biz, öldükten sonra `vadedilmiş seks köleleri`ni hayal eden insanların toplumuyuz. Biz, kendi kardeşini, annesini bir dedikodu için öldüren küçük erkek kardeşlerin toplumuyuz. Biz, kadınlarına ancak kafasını gözünü sarınca hürmet eden insanların toplumuyuz. Biz, bin yılların yanlışını bünyesinde bir zehir gibi taşıyan, durmadan öksüren öksüren ama o balgamı çıkaramayan insanların toplumuyuz. Biz, kendi çamaşırını, bulaşığını yani kendi pisliğini temizlemeyi öğretmediğimiz erkeklerin toplumuyuz. Biz, kahve alışkanlığı olmayan karısıyla, çocuğuyla vakit geçiren erkeklere; kötü gözle bakan insanların toplumuyuz. Biz, bizi eleştirenlerden nefret eden, okey taşlarındaki sırrı hala çözememiş insanların toplumuyuz. Biz, ahlağımızı doğrulardan iyilerden değil, işimize gelenlerden alan insanların toplumuyuz. Biz, onlarca çocuğa tecavüz edip insan içine çıkmaya utanılmayan tek toplumuz. Öyleki 2001 yılında bir tarikat ilkokulunda (Nakşibendilerin Hidayet Vakfı) çocuklara tecavüz olayları yaşanıyor. Bunlar filme çekilip internetten sapıklara satılıyor. Üstüne üstlük onlarca kez ihbar edilmesine rağmen polis bile ilgilenmiyor. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=25038 Biz, niye böyleyiz derseniz şunu söyliyim; `Pedro almodovar`'ın `la mala educacion` adlı filminin olması ile olmaması gibi. Yani bir pederin kiliseye gelen çocuklara tecavüzünü ve sonuçlarını anlatabilmek ile anlatamamaktadır olay. Biz, tecavüze açık bir ahlağa sahibiz. Konuşmuyor konuşturmuyoruz. Biz, yanlışlarını görmezden gelen ve doğal olarak da düzeltemeyen, hatta yanlışlarını gizleyerek dolaşan insanların toplumuyuz.

Fakirlere yardım geleneğimiz

Toplumun ne kadar ince ne kadar hassas olduğunu, toplumun baskın dininin bu tür ibadetler barındırmasının ne kadar da hoş olduğunu gösteren bir durumdur !?! Bunların dışında gösterdiği başka şeyler vardı ki, ben onlardan bahsedeceğim. Devlet yapısı içerisindeki yardım amaçlı fonları bir düşünelim. Devlet yapısındaki yardım amaçlı kurumları bir düşünelim. Sosyal devlet olmaktan zorla uzaklaştırılmış bu devlet, acaba isteneni veremiyor mu ? Acaba bu devletten yeşil kart alması gereken 1,5 milyon insan varken, nasıl oluyorda yeşil kartlı 13 milyon kişi oluyor ? Bunlar gibi işleyişe (aksayışa) zilyonlarca devlete ilişkin soru vardır. Bunların dışında yabancıların `ngo` dedikleri devlet dışı organizasyonlar, sivil toplum kuruluşları, vakıflar, imarethaneler, şunlar, bunlar acaba bunlar isteneni veremiyor mu ? Bu durumda hem devlet dışı hem devlet içi kurumlarda, fonlarda yetersizlik mi var ? Peki ya nasıl bir din, yeryüzünde sürekli bir fakirlik olacağını öngörüyor ? Nasıl bir din, toplumsal yaşama dair ibadetlerini "muhakkak toplumda yardıma muhtaç insan olacaktır" zihniyetiyle düzenliyor ? Biz kendi yarattığımız kültürümüzde, ahlağımızda, anlayışımızda, bakışımızda sürekli fakirlik, sürekli fakir insanlar olacağını öngörürsek ancak o zaman fakirlere yardım edebiliriz. Biz ancak fakir yaratırsak fakirlere yardım ederiz. `Tsunami faciası`nda muhtaçlara yardım geleneği çok derin olan türk toplumu, özellikle zenginleri başbakanın zorlamalarıyla bile sınıfta kalmıştır. Hem de `açe`'ye ki orayla bağımız yüzyıllara dayanır, oraya bile yardımda sınıfta kaldık. Uyduruk (bizim 20'de birimiz olan) avrupa devletleri bile bizi kat be kat, katladı. Hele hele arap toplumları, o zengin arap toplumları nasıl bir mentaliteye sahip olduklarını tüm evrene haykırdılar. Biz krizlerde paramızın değerini korumaya çalışırken biri şöyle demişti; "olay paranın değeri olsaydı arap ülkeleri en ileri ülke olurdu". Onlar bizim bile onlarca kat altımızda kaldılar. Israrla görmezden geliyoruz ama biz hep fakirlere, muhtaçlara yardımda sınıfta kalmış bir toplumuz. `Dilenciler toplum ruhunun orospularıdır`. Biz gerçekten yapmamız gerekenleri yapmıyarak çoğu yalancı da olsa dilenciler yaratıyoruz. Sonra bu dilencilere gene yalandan yardım ederek, ruhumuzu tatmin ediyoruz, rahatlıyoruz. Oysa bir sivil toplum kuruluşuna, önemli bir organizasyona gerçekten ama gerçekten gidip bir işin ucundan tutmuyoruz. Biz aslında ancak kendi ruhumuza mastürbasyon yapmak için dilencilere para veriyoruz. Biz fakirlikten rahatsız olsaydık, siyasi tercihleri en sağa kaymış avrupa toplumu olmazdık. Avrupalılar oturmuş devlet ve devlet dışı organizasyonlarla, sosyal hizmet anlayışlarıyla toplum olarak kapılarına gelen bir dilenciyi anlayamıyor ve polis çağırıyor olabilir. Ne yazık ki biz bu saydıklarımdan ötürü o yardıma muhtaç insanı çok iyi anlıyoruz ve yardım ediyoruz. Daha da yazıktır ki biz bununla övünüyoruz. Övündüğümüz fakirlere yardım geleneğimiz, evrensel ölçütlerde bir fiyaskodur.

Yazar ?

Yazar, yazan kişidir. Açık tarifi ise ne yazdığına bağlı olarak değişme gösterecektir. Yazmadan yazar olunmaz efendim. Yani yazar olmak için bolca yazmak, bolca okumak gerekir. Yazar, okuyan kişidir. Aynı öğrenmekte olduğu gibi yazmakta da okumak çok önemlidir. Toplumuzun okuma alışkanlığının zayıf olduğu hep söylenir, böylece serzenilir. Toplumumuz belki okumakta İran'dan geridir ama yazmakta değildir. Çünkü toplumumuz cendereyle sıkıştırılmış bir toplum değildir. Tek aktivitenin evde oturmak olduğu bir ülkeyle kıyas kaldıramayız. Okumak için gereken şartları bolca barındırmakla, "acaba konsere mi gitsem yoksa şu kitabı mı bitirsem" arasında çok fark vardır. Yazar, dikkat eden kişidir. Yapılan son istatistiklere göre yeni yetişen kuşak, eski kuşaklara göre okuma ve yazma alışkanlığı en gelişmiş kuşaktır. Bunda internetin de çok önemli bir yeri vardır. Dilbilgisi kurallarını gençlere zorla öğretmek yerine bolca yazı yazdırarak, neden dahi anlamına gelen"de"lerin ayrı olduğunu anlamaları sağlanmalıdır. Bir cümle kurarken; okuyucunun nerelerde takılabileceği, oluşabilecek anlam kaymaları, akıcılık gibi dikkat edilecek bir çok hususu ancak yazarak fark etmek mümkündür. Bunların dışında yazım üslupları da çok önemlidir. Türkçeyi iyi kullanmış yazarları okumak ve dilin ezgisine de dikkat etmek gerekir. Yazar, söyleyecek sözü olan kişidir. Yazmak çoğu yazar için sadece bir araçtır. Bir yazarın amacı söyleyecek sözlerinin çokluğuyla orantılıdır. Yazdığı yazının içeriğine, yazdığı yere, zamana daha bir çok parametreye göre değişse de, yazar muhakkak kendisinden bir şeyler aktarmaktadır. Gerçek yazar, bu işten para kazanan kişidir. Profesyonellik, nasıl ki bir futbolcunun bacağına dikkat etmesini gerektiriyorsa, gerçek bir yazar da, aynen öyledir. Gerçek yazarlar her yere yazı yazmazlar. Yazıları kıymetli birer eserdir. Yazar, bir sanatçıdır. Edebiyat şüphesiz ki, bir sanattır. Her sanat eseri gibi her yazı da eşsiz olmalıdır. Yazar, aslında bir filologtur. Kişi yazdığı dile hakim olmalıdır. İnsan iyi bilmediği bir dilde yazı da yazamaz. Dil yaşayan bir şeydir. Bir halkın tek gerçek hazinesi dilidir. Yazar, bir mücevherdir. Yazdıkları ile dile ve dolayısıyla o halka, bir şeyler katabilen kişidir. Yazar da bir gün ölecek ama bıraktığı eserler, kuşaklar boyunca yaşayacaktır. Yazar, insandır.

Yetenek Üstüne

birçok deneyde olmadığı ispat edilmiş, buna rağmen birçok misitik anlam yüklenmiş özelliktir. ünlü deneylerden birinde yeteneksiz olduğu söylenen bir piyansit ile yetenekli olduğu söylenen başka bir piyanistin karşılaştırılması yapılmıştır. deney sonucunda yetenekli olduğu söylenen piyanistin tek farkı; notalara daha az bakması olarak çıkmıştır. kişinin herhangi bir konaya uyum göstermesi ve bazı yatkınlıklarının doğuştan gelmesi mümkündür. insanın yaşamında genetik potansiyelinin üstüne çıkabilmesi için en önemli etken çevredir. konsantrasyon ve "a dan c ye giden yolda b ye ihtiyaç duymamak" ise konumuzun içindedir. terminolojik olarak genotip ile fenotip'in farkı gibi yatkınlık ile "yetenekli olmak" arasında fark vardır. yeteneğe anlamının dışında yüklenmiş mistik manaları, kadın programlarındaki sanatçı tiplemelerinde görmek mümkündür. bir tür pop kültür sakızıdır, yetenek. kendisini sistematik bir analize tabi tutmamış kişi, davranışlarının temeline inmekten uzaktır. açıklanamayanları başka bir bilinmeyene bağlayarak açıklamak, bir tür düşünsel hastalıktır. canlının çevreye uyumu ve adaptasyonunun altında milyar yıllık süreçler vardır. yüksek değişme kapasitesi, canlılığın temelindeki sıçrama noktalarının bir sonucudur !:eşeyli üreme çok hücrelilik cinsiyetlere ayrılmak mitokondri v.s.! . kişinin herhangi bir konuya duyduğu ilginin altında, bir çok şey olabilir. bunlar ayrıntılı analizlerle sebep-sonuç, ilişkileri ile açıklanmalıdır. yoksa nolduğu bilinmeyen bir şey olarak yetenek, en fazla sakız olarak çağımızdaki mistik yerini alacaktır.

Akarsu

Etrafında medeniyet kurulan tatlı su akıntılarıdır. Belki de şehrin ortasından güzel geçen sudur. Bir ortaçağ hikayesinde şöyle geçer. "Adamın biri kentin ortasından akan ırmağa bakar ve 'İşte rabbimin kudreti; ırmağı hiçbir ev zarar görmeyecek şekilde şehrin tam ortasından geçirmiş' der...". Sanırım bu insanlar ilerde, İstanbul'un akarsu yataklarına gecekondu yaparak, sellerdeki ölümlere neden olmuştur. İnsanların tarımı bulması ilk ortak su kanallarını yapmasını sağlamıştır. `Server Tanilli`'ye göre bu ilk mülkiyetçiliğin çıkışıdır. Mülkiyetçilik ve kadını sahiplenmenin başlaması ile anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçişte akarsular sayesinde olmuştur. Bana göre ticareti geliştiren önemli bir etmen olmuştur. İnsan tarımı bulmasaydı asla bugünkü nüfusuna ulaşamazdı. Bir hesaba göre tarımsız insan nüfusu, ancak yirmi milyon civarında kalacaktır. Doğal bir bariyerdir akarsu, hele ki nehirler. Örneğin; eskiden bir kavimin, bir ordunun hareketini en çok nehirler sınırlarmış. Hatta ikinci viyana kuşatması için götürülen ağır toplar bataklıklara saplanıp kalmıştır. Akarsular etraflarına şehirler kurulmasını sağlamıştır. `Sanitasyon` tekniklerinin gelişmediği dönemlerde, bu temiz su için `elzem`dir. `Şafii`lik'de yanılmıyorsam akarsudan abdest alınmaz. Bu mezhepte abdest ancak durgun suda alınır. Nedenini bilmesem de akarsulara karşı bildiğim ender ters yaklaşımlardandır. Üzerlerine barajlar kurularak elektirik üretilir. Baraj gölleri sayesinde devasa yapay göllerimiz olur. Bu göllere değişik balıklar salınarak, doğal bir çevre yaratılmaya çalışılır. İnsanlar özellikle küçük çocuklar, bu sularda yazın çokça boğulur. Bir tür özensizlik, bir tür şanssızlık belki de eleminasyon yapar. Sonuçta istisanlar hariç, biz boğulmayanların çocuklarıyız. Akarsular dünyanın soğuması sürecinde önemli yer tutmuştur. Dünya sürekli yağmurlarla yıkanmıştır. Bu sular akarsuları oluşturur. Bu döngü bitkilerin adaptasyonu için önemlidir. Bitkileri yiyen hayvanlar ve hayvanları yiyenler derken tüm canlılığa şekil verir. Denizlere sürekli (yaklaşık 4 milyar yıldır) tuz taşırlar. Denizlerdeki tuzluluğun sebebidirler. Aktıkları toprağı aşındırırlar, şekil verirler. Yer altından akanları da vardır. `Yeraltı suları` olarak bilinir, ülkemizde de bolca bulunurlar. İçinde yunusların yaşadığı `Amazon` nehri, medeniyetin anası `Nil` nehri, Çin'de üzerine yimi dört milyar dolarlık, `Üç Boğaz Barajı` yapılan ve tersine akıtılacak olan `Yangçe` nehri hepsi birer akarsudur.

Vahdettin

Öncelikle Türkiye'nin hükümdarı halkıdır. Öyle pazarda egemenlik dağıtmıyorlar. Türk halkından egemenliği kimse alamaz. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. İsteyenin yırtılacak yerleri gene de yırtılır. Varsa yeryüzünde gökyüzünde böyle bir güç, gelsin alsın. Biz mi tutuyoruz ? Vahdettin haindir, soysuzdur. Hain'e hain değildir diyen bir bunak, kendi hainliğini örtmeye çalışmaktadır. Bazı Osmanlıyı bilmeyenler var. Cehaletlerinden; kılıç kalkanla ülke fethedilir, sanırlar. O insanların bağları, olsa olsa yağma kültürünedir. Vahdettin elbetteki soysuz ve haindir. Çünkü onun bağı kendinedir. Atatürk'ün bağı halkınadır, Anatürk'tür o Atatürk'tür. Bu öyle bir bağdır ki bilmeyenler anlayamazlar. Bakarlar yeryüzüne böyle bir aşk göremezler. Bu cahil ve yoz milleti, bir karganın yavrusunu sahiplendiği gibi sahiplenmiştir. Kendi hayatına, oğluna, aşkına, ailesine hiçbir şeye acımamıştır. Yeryüzünde böyle bir feragat yoktur. Bunu gösterecek, ardından Cumhuriyet kuracak bir insan daha olmamıştır olamaz da. Bazı iyilikler o kadar büyüktür ki, karşılığı ancak nankörlükle ödenebilir. Atatürk'ü, kendisine halife diyen bir soysuzla kıyaslayanlar, kendilerini de ancak solucanlarlarla kıyaslamalıdır. Benim için Ecevit çoktan bitmişti. Bırakması gerektiğinde bırakmadığı koltuk, yani `koltuk sevdası`, ülkeye onlarca milyar dolara mal olmuştur. Bunak olmasa ne bu dinci soytarılar iktidar olurdu ne de ekonomik kriz olurdu. O kadar büyük bir eşekliktir ki yaptığı, ülkeyi yönetenlerin böyle bir eşeklik yapmaya hakkı yoktur. Olamaz. Aslında bu o kadar büyük bir yanlıştır ki, `gaflet`tir, `dalalet`tir, hatta üstü örtülü `ihanet`tir. Kendi ihanetinin farkına varmış olacak ki; Vahdettin'i hainlikten kurtararak, hainlere af diliyor. En son getirdiği affı da kimse istememişti. Ben affetmiyorum. Ne seni Ecevit ne de Vahdettini. Bu da eski düşmanları, yeni bunağın ipine tutunan `dinci parti taraftarları`na. Derileri kösele gibi olanlara ki, yüzlerinin kızardığı görünmesin. "`Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir`, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. .. Atatürk-1926 Andrew Mango, Atatürk Syf.447 " Vahdettin; Atatürk'ün aziz hatırasına saldırmak için affı istenen, soysuz bir haindir.

Tüm dünya müslüman olacak!

müslümanlar arasında tüm dünya müslüman olacak diye bir düşünce hakimdir. ancak bu pek mümkün görünmüyor. asıl yanılgı ise bunun arkasına gizlenmiştir. müslüman kimdir ? şimdiye kadarki tüm sözlerde, özellikle müslümanların hataları söz konusu olduğunda; "müslümanlar islamı bağlamaz" denilmiştir. islam ise her zaman en güzel sözlerle ve verdiği iddia edilen güzel ahlakla anılmıştır. ancak bu güzel anne, sürekli özürlü çocuklar (müslümanlar) doğurmaktadır. bu çocuklardaki özrü göremeyen ya da görmek istemeyenler islama zeval gemesin diye, çocuklarını acımasızca harcamıştır. tabi bunlar aslında savunma refleksinden başka bir şey değildir. müslüman bu bağlamda, islam için kurban edilen insandır. peki, tüm dünyayı müslüman yapacak olan bu özürlü müslümanlar kimdir ? açıkça görülmektedir ki; özellikle tüm dünyada herşeyi ile egemen olan batıya, 1500 yıl geride kalmış arap adetlerini alıştırmak pek mümkün değildir. batı açıkça islamı, çağdışı ilkel bir kabile dini olarak görmektedir. en basitinden nasıl ki; bugün bir zenciyi yolda yakalayıp köle yapmanız mümkün değilse, bu insanların kafasına da türban takamazsınız. gelgelelim islamın tevhid anlayışı, hristiyanların teslis anlayışına bariz bir fark koymaktadır. ancak budizmin nirvanası da islam'ın tevhid anlayışına aynı derinlikte bir fark koymaktadır. zaten budizmin öğretileri ve islamı çorba eden dürzüler ve islami araform olarak bir tasavvuf anlayışı da vardır. "önce düşünce, sonra varlık gelir" diyen budizme darbeyi ise varoluşçu felsefe vurmuştur. ancak varoluşçuluğun felsefe olarak yeri tartışılırken, din olarak vücut bulması ancak avrupai yaşam diyebileceğimiz bir haldir. bu gerçekler üstünedir ki; islam tarihi ve felsefi olarak arenadaki yerini çoktan kaybetmiştir. artık yaşayış olarak insanlığa verebileceği bir şey yoktur. artık felsefi olarak geri bir anlayıştır. tüm dünyaya yayılması ise mümkün değildir. bu arada budizmi iyi bilmeyen cahil halkımıza nirvana tanrı gibi anlatılmıştır. ancak buddha'nın ateistlikle suçlandığı hiç söylenmemiştir. bu durumda ateist bir peygamberin olmayan tanrısı nirvana, sadece bir arayıştır. avrupaya yayılacak yeni bir din olamaz. kutsal kitaplara bakarak hukuk, coğrafya, biyoloji v.s. öğrenme dönemi artık bitmiştir. çünkü bugün artık dinler, eski manaları ile bitmiştir. artık insanlar dinlerini ahlaklarıyla, gelenekleriyle, kültürleriyle bağdaştırırlar. yanlış bile olsa, sadece bir dinin gerekli olduğunu düşünürler. bugünkü mal varlığı ile geçmişte yaşamış bir zengine denk gelen sıradan bir insan, annesini bir seremoni olmadan gömemez. sosyal bir canlı olmanın yarattığı kurumlar, dinin tekelindedir. din işte budur. ancak ritüellerle yaşayan çağdışı, akıldışı, metafiziksel düşünce metaforları silsilesi. bugün herhangi bir toplumun ritüellerinin, tüm dünyaya hakim olacağını düşünmek çok saçmadır.

Patavatsızlık

Efenim; nerede ne konuşacağını bilmemek, haddini bilmemek, çam devirmek gibi işlevsel zevkleri olan arkadaşlarımızı üzen bir konudur. `Patavasızlığın gizli tarihi`ne baktığımız zaman, en çok patavatsızlığı `soylu saray soytarıları`nın yaptığını görürüz. `Bir kralı bir soytarıdan ayıran şey patavatsızlığıdır`. Soytarı hemen hemen hatasızca işini yaparken, soytarıyı taklit etmeye kalkan bir kral; ancak patavatsızlık edecektir. Efenim bazılarının sandığının aksine patavatsızlık marifet değildir. Marifetlerinden bahseden bir genç kız gibi davranmayınız. Sanılanın aksine insanlar birilerini dinlemek yerine, sıra beklemektedir. Östrojenden başka sermayesi olmayan doğanın en güzel yaratıklarına bakın ne de patavatsızdırlar. Yirmi yıl sonra geriye kalanları toparlatmak için `botilismus toksinli enjektörler`le halvet olacaklar. `Patavatsızlık marifet olsaydı sizler de hamarat olurdunuz`. Günümüz artık, patavatsızlığın düşüşüne sahne olunan asırlar değildir. Artık patavatsızlık bir tohum gibi içimize ekilmektedir. Televizyonda bir saniye görünmek için olmadık şeyler yapanlar en hafifinden patavatsızdırlar. İnsanın haddini bilmesi mi kendini bilmesi mi daha zordur ? Patavatsız olmak için soylu ya da aciz olmaya gerek yoktur. Patavatsız kişi düşüncesiz kişidir. Karşısındakini incitmekten çekinmez. Artık kim çekiniyor ki ? Patavatsız insan patavatsızlığını anlayamayan insandır. Patavatsızlık düşük dozda bir davranış bozukluğudur. Patavatsızlık genelde kendine küçük bir dünya kuranlarda görülür. Kişi o küçük dünyada hem kral hem de soytarıdır. Biraz `varoluşçu` bakarsak, kişi kendisini inşa ederken diğer insanlardan uzaklaşır ve diğer insanları hor görmeye başlar. Efendim patavatsızlık aslında dinlemeyen insanın hastalığıdır. Biraz özen göstererek ve sabrederek kolayca çözülür.

Allah

Arap mitolojisindeki form değiştirmiş ay tanrısıdır. Arabistanda en bilindik iki tanri vardi. Birisi disi guneş tanrisi, digeri ise erkek ay tanrisi. Anlatildigina gore bu iki tanri evlenmis ve uc tanri cocuk olmustur. Bunlara Allah'in kizlari denilmis, isimleri ise Al lat, Al uzza ve Manat'dir. İslam'ın sembolu ay da buradan gelir. kuran'dan yaşar nuri çevirisi. 53 (en-necm) yıldız suresi. 19-Gördünüz mü Uzza'yı, Lât'ı. 20- Ve ötekini, üçüncüsü olan Menât'ı. 21- Erkek size, dişi Allah'a mı? 22- İşte bu, insafsız bir bölüştürme. 23- Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Onlar hakkında Allah bir kanıt indirmemiştir. Onlar, sadece sanıya, bir de nefislerin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. Yemin olsun, onlara hidayet Rablerinden gelmiştir. mitolojinin ayrıntıları için bakınız. http://en.wikipedia.org/wiki/Allah

Evrendeki her sey insan icin midir ?

bu çok `antroposentrik` bir yaklaşımdır. "evrenin merkezi dünyadır" gibisinden çıkarımların öncülüdür. tarihteki yerini almış dini doktrinlerde görülür. aslında bilinen tek aklın sahibi insandır. burada bazı hayvan bilimciler bu yaklaşıma karşı çıkabilirler haklıdırlar. ancak teistlerin ya da bilinemezcilerin (deistler, agnostikler, panteist, epipanteist v.s.) böyle bir hakkı yoktur. tanrının doğuşu; insanların doğa olaylarına karşı savaşlarında temel enstrüman olmasıdır. tüm herşey insan içindir ve tanrılar güçlerini nedense insanlar için kullanırlar. prometheus tanrılardan ateşi çalar, ateş aslında akıldır. dikkat edilirse neredeyse 20 yy.'a kadar bütün doktirinler antroposentriktir. ancak ondan sonra ateizmin doktrinleri insan hakları evrensel bildirgesi (ki içinde hayvan hakları, yaşamın kurtsallığı, eğitim hakkı, sağlık hakkı v.s.), avrupa insan hakları mahkemesi gibi sonuçlar doğurmuştur. bu son yaklaşımlarla özellikle "tüm evren bizim için yaratıldı" yaklaşımları çökmüştür. bu fenomenin yıkılışı uzaylı fenomenini doğurmuş, evrendeki mutlaklığından feragat eden insanoğlu yeni açılımlar peşine düşmüştür. özellikle uzayın keşfiyle hayal gücü de genişleyen insan oğlu `star wars` gibi efsaneler yaratmıştır. bugün dünyada doğadaki varlıklara bakış açısı değişmektedir. insan dinlerden arınarak kendini bulma yolundadır. bir at üstüne insan binmesi için yaratılmamıştır ve bunu fark eden insan ata binmeyecektir. insanın da doğanın bir parçası olduğunu fark ettiği şu günlerde şunu söylemek isterim, "ilerde evrenin her yerine doğamızı da götüreceğiz". doğada varolan herşey insan için değildir ama `spielberg`'in dünyalar savaşında demek istediği gibi "insan doğadaki milyarlarca canlıdan biridir".

Karşıt görüş hadisesi üstüne

duyulmak görülmek istenmeyen bir şeydir. tek yönlü ve yanlı bilgi sahibi olanların nefret ettiği şeydir. insan doğar doğmaz bir eğitime tabi tutulur, çişini tutmasından nereye sıçacağına kadar herşey öğretilir, herşey söylenir. insan belli bir yerden sonra öğrendiklerinin esiri olur. bildiklerinin aksinde fikirlere musemaha gösteremez. çoğu zaman insan durmadan bildiklerini tekrarlar. çünkü öğrenmenin en iyi yollarından biri de budur. ancak bu tekrarlar arasına eğer zıt bir fikir girerse işte o zaman çileden çıkar. özellikle yıllarca ve yıllarca aynı tekrarları duymaktan sıkılıp yeni bir şey söylemek isteyenlere inanılmaz tepkiler verilir. insan bunları neden yaptığını da çok iyi bilmez. çünkü kişiyi kendisi yapan şeylerdeki sarsılmalara insanın dayanması pek zordur. karşı fikir öne süren kişi, öncelikle fikri iyi bilmelidir. çünkü kişiye söz hakkı ya çok az verilecek ya da tamamen susturulmak istenecektir. çok iyi bildiği fikre en zayıf olduğu yerden vurmalıdır ki etkili bir sonuç alsın. `bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir`. genelde fikri tartışmalar pek azdır. aslen usule ilişkin tartışmalar hiç bitmez. yöntemler üzerinde fikir birliği sağlamak pek mümkün değildir çünkü karşı fikir sahaya hep 1-0 yenik çıkarılacak, bir oyuncusu öldürülecek, hakem güçlü olanı tutacaktır. gerçek ise maç 90 dakikadır ve fikri tartışmalarda top yuvarlak değildir.

Çamur

Güneşi balçıkla sıvayamayanlar olsa olsa çamurdurlar.

Yağma ve üleşme üstüne bir dünya vardı. Üleşmeleri bütün ahlaklarıydı. Ahlakları kendi aralarında ve kendileri için olduğundan, diğerlerine zulüm ediyorlardı. Baktı ve zulümlerini bastıracak bir şey aradı. Kuyuya bir taş attı, göle biraz maya çaldı. "Bir güç var" dedi, "zulmünüze gem vurun". Durdular, çünkü korku en büyük güçtü. Zulümleri inancı doğurmuştu. Artık bir de korkuları vardı. Bu korkuları, imandan başka herşeyi inkar ettirdi. İnkarları yalanlarını doğurdu. Ve yalanlarına inandılar. Artık yalanları gerçek olmuştu. Herşeye karşı yalanlarını korudular. Onlar gem vurulmuş zulümleri ve inkarları ile gerçektiler. Sonra biri sordu; biz neyiz, neydeniz, niye böyleyiz ? Döndü ve onlara baktı, "siz ancak çamurdansınız".

Kaygusuz Abdal (adamım)

Kaygusuz Abdal'dan Ademi balçiktan yogurdun yaptin, Yapip da neylersin, bundan sana ne Halk ettin insani saldin cihana Salip da neylersin bundan sana ne Bakkal misin teraziyi neylersin Isin gücün yoktur gönül eglersin Kulun günahini tartip neylersin Geçiver suçundan bundan sana ne Katran kazanini döküver gitsin Mümin olan kullar didara yetsin Emreyle yilana tamuyu yutsun Söndür su atesi bundan sana ne Sefil düstüm bu alemde naçarim Kildan köprü yaratmissin geçerim Sol köprüden geçemezsem uçarim Geçir kullarini bundan sana ne Kaygusuz Abdal der cennet yarattin Cehenneme nice kullari attin Nicesin ates-i ask ile yaktin Yakip da neylersin bundan sana ne

Muhammed

http://19.org/index.php?id=69,127,0,0,1,0 efendim kendisinin okuma yazması konusunda henüz bir sonuca varılamamıştır. bunun nedeni eski (muhammed'in yaşadıgı dönemlerden kalma) kaynaklarda okuma yazma bildiğinin yazılı olmasıdır. anlaşılan sonradan efsaneleştirilerek okuma yazma bilmediği söylenmiştir. her konuda olduğu gibi dinleri konusunda da cahil olan müslümanlara, gene dinlerini dahi anlatanlar hep islam dışından çıkar. en ufak bir sorgulama olmadan, daha birer çocukken aklımıza zerk edilen din zehiri, bizi araştırma öğrenme ve sorgulamadan alıkoyar. eğer bir kişi soruyor veya sorguluyorsa ona da derhal saldırılır. bu metafiziksel saçmalık "neyi" "neden" savunduğumuzu bile bilmeden duygusal bir şekilde boş konuşmamıza neden olur. cehaletlerinden başka sermayesi olmayanlar, akılları sıra önlerine gelene çamur atmaktan ve cehaletlerini segilemekten başka bir türkü tutturmuş değillerdir.

Padişah'ın Koyunları

Vaktiyle zalim mi zalim bir padişah varmış. Fethettiği ülkelerden birindeki halk bu padişah'tan memnun değilmiş. Bu durum padişah'a çok dokunmuş ve herkesi öldürmeye karar vermiş. Buna da bir bahane aramış. Büyük alimleri yanına çağırmış "bana öyle bir bahane bulun ki bu ülkedeki herkesi öldürebileyim demiş". Alimler düşünmüşler taşınmışlar padişah'ın yanına gelmişler. Alimler - Herkese tartısı belli bir koyun verile, bu koyuna bir yıl bakmaları istene, sonra da tartıyla geri alına. Padişah - Ee ? Alimler - Kimsenin aldığı koyunu aynı kiloda verme ihtimali yoktur. Padişah "tamam" demiş ve halka koyunlar dağıtılmış. Bir yıl sütünden, yününden istenildiği gibi faydalanılabileceği ama seneye tartıyla geri alınacağı söylenmiş. Tartıyı bozanların da cezalandırılacağı eklenmiş. Halk bunu büyük bir lütuf görüp padişah'larını sevmeye başlamışlar. Gel zaman git zaman bir yıl dolmuş. Padişah koyunları geri alırken gerçekten de, kiminin kilolu, kiminin zayıf olduğunu görmüş. Tüm halk akıbetlerinden habersiz bir yere toplanmış ki; bir koyun tamda eski tartısında çıkmış. Padişah hemen koyuna bakan kişiyi ve alimleri çağırmış. Alimler ve padişah hayretler içinde adamdan sırrını söylemesini istemişler. Adam sırrını söylemesi için padişah'tan tüm halkı serbest bırakmasını istemiş. Padişah halkı serbest bırakmış ve adam söylemiş. Koyunlar da insanlar gibi iki şey üstünedir. Biri ihtiyaçları, diğeri korkuları. Siz de bir insansınız ama herkesi nasıl yönetirsiniz ? Sınırı kadar ihtiyaçları ve bitmez korkuyla size bağlı kalırlar. Tamah edenleri !:tamah etmek! cezalandırmaz da ödüllendirirsiniz, onlar da diğer insanları ne doyurur ne de açlıktan öldürür. Halkı korkutur, doğruyu söyleyenleri öldürürsünüz. Siz bunun üstüne dünya kurmuşsunuz. Ben bu koyuna biraz ot verdim, sonra da kurt postunu gösterdim. Koyun korkusundan yediklerini hemen daha kaçarken çıkardı. Ne aç kaldı ne kilo aldı. Marifet mi ? Padişah - Sen alimlerimden çok bilirsin. Adam - Koyunları toplar da giderseniz halk beni öldürecektir. Padişah - Ne saçma bir laf ettin neden öldürsünler ? Adam - Siz koyunları toplayıp gidince bunun suçunu bende arayacaklardır. Neden tartım tam geldi diye bana kızacaklardır. Sizin niyetlerinizden habersizdirler. Koyunları gitti diye suçu bende bulacaklardır. Padişah alimlerine danışmış, koyunlarını toplayıp ülkeden ayrılmış. Halk hemen adamın etrafına toplanmış, adam da olanları anlatmış. Halk adamın söylediklerine inanmamış ve onu öldürmüş.

Kadını Korumak

Prof. Dr. Ilhan Arsel'in bir yazısında çok güzel açıkladığı olaydır. Bakalım ne demiş ? Seriat’in gunah saydigi zina’yi Ceza Kanunu’na aktarabilmek icin Basbakan, kendine ozgu bir gerekce bulmus: Kadini Korumak. Oysa zina’yi suc niteliginde bir eylem kilmanin kadini koruyan hic bir yonu olamaz; asil maksat kadini degil fakat erkegi huzun icinde tutmaktir. Eger Basbakan, gercekten kadini koruma hevesinde ise, bu taktirde yapacagi ilk is, kadini her bakimdan asagilayan, ozgurlukten yoksun ve erkegin kolesi haline getiren seriat verilerinin Diyanet yayinlariyle ve din adamlarimiz araciligiyle insanlarimiza belletilmesini onlemektir. Gercekten de bu yayinlarda, kadin’larin “aklen ve dinen dun (eksik)”, sahitlik’te ve miras’ta erkegin yarisi degerinde olduklarindan tutunuz da, “esek”, “kopek”, “domuz” gibi hayvanlara es degerde, “fitneci”, “seytan”, “hilekar”, “duzenbaz”, “kocaya karsi kufran” sayilmalari geregine ve bu nedenle, “cehennemin cogunlugunu olusturduklarina” varincaya kadar, akla ve vicdana sigmaz nice tanimlamalar yer almistir. Her vesileyle dile getirdigim bir kac ornekle yetinmek gerekirse: Diyanet’in yayinladigi “Sahih-i Buhari Muhtasari Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Serhi” adli yayinin 1.ci cildinin Fihrist kisminin “Kitab-ul Hayz” bolumunun bir kesiminin basligi soyle: “Kadinin dinen ve aklen dun olduguna dair Ebu Said Hadisi”. Ayni cildin 222 sayfasinda neden dolayi kadinlarin aklen ve dinen eksik olduklari aciklaniyor, ve anlatiliyor ki Kur’an’da iki kadinin tanikligi bir erkegin tanikligina denk tutulmustur (Bakara 282) ve bununla kadinin aklen eksik oldugu kanitlanmistir. Hayizli iken namaz kilmamasi ve oruc tutmamasi iste kadinin dinen eksik oldugunu ifade eder. Diyanet’in ayni yayinlarinin 2ci cildinin 445 ve 3cu cildinin 242. sayfalarinda, (sutretsiz olarak) namaz kilanin onunden kopek, esek, domuz, karga ya da benzeri hayvanlar ve ya da “kadin” gecerse namazin bozulmus olacagi bildirilmis ve su hadis hukmu yer almistir: “Kadin, esek ve kopek ibadeti bozan seylerdendir; namaz kilarken onunuze (deriden yapilmis eger cinsi sutre koyacak) olursaniz ibadetiniz temiz kalmis olur”. Bu dogrultuda olmak uzere Ayse’nin soyle konustugu yazili ayni sayfada: “Tanri elcisi, namazi bozan seyleri onumde tekrarladi. Bunlar: Kopek, esek ve kadindir...” Diyanet’in bu ayni yayinlarinin 10cu cildinin 449 - 450 sayfalarinda, kadinlarin “irade ve bunye itibriyle fitri za’f icerisinde bulunduklari” ve bu nedenle kamu yonetimiyle ilgili gorevlere getirilemeyecekleri konusunda aynen soyle yazili: “Islam hukukunda amme velayeti denilen devlet teskilati riyaseti ancak erkek bir vatandas tarafindan temsil olunur. Bu millet otoritesini temsil edecek mevkiye kadin intihap edilemez. Cunku kadinin fitrati bir cok cihetlerden bu cok agir vazifeyi deruhte emege musait degildir. Bunun icin islam hukukunda... devlet riyasetine intihap olunabilmesi hususunda kadin icin hic bir hak kabul edilmemistir.” Ekleyelim ki bu yasaklama, sadece devlet baskanligi gorevini degil fakat kamu yonetimiyle ilgili her gorevi (ornegin yargiclik, kaymakamlik, vs... gibi) kapsar. Yine ayni yayinlarda (cilt 4, sayfa 219 ve cilt 7 sayfa 300) kadinin, “irade ve hafiza zayifligi” nedeniyle, “bey akdi” (alim satim akdi) yapamayacagi, ya da yaninda kocasi ya da erkek kardesi ya da erkek yakinlarindan birinin koruyuculugu olmadan seyahate cikamayacagi belirtilmis ve bunlarla ilgili Kur’an ve hadis hukumleri sergilenmistir. Yine ayni yayinlarda, kadinlarin ugursuz olduklarina dair su var: “... Ugursuzluk uc seyde: at’ta, kadin’da, evde hasil olur...”. “Eger esyada seamet farz olunursa, at’ta, kadin’da, ev’de ve meskende aranilmalidir...” (Bkz. Cilt 8, sayfa 312, hadis no. 1211 ve sayfa 267-8, hadis no. 1795) Ayni yayinlarda kadinlarin fitneci ya da fitne nedeni olduklarina dair Muhammed’in soyle dedigi yazili: “... Dunya’dan ve kadinlardan sakinin, zira Beni Israil’de ilk fitne kadin yuzunden cikti...”; “Benden sonra erkeklere, kadinlardan daha zararli fitne ve fesad (amili) olarak hicbir sey birakmadim” (Bkz. Cilt 1, sayfa 105; ve cilt 11, sayfa 267, Hadis no 1795 ve 127). Yine ayni yayinlarda kadinlarin cehennemlik olduklari ve cunku Muhammed’in soyle konustugu bildirilmistir: “Bana cehennem gosterildi. Bir de gordum ki ehl-i Cehennem’in ekseri kadinlardir...”. “... Kadinlar, sadaka veriniz. Zira bana cehennem halki gosterildi, cogu sizler idiniz...” (Bkz. Cilt 1, sayfa 41, 224, Hadis no. 27 ve 207) Ote yandan Gazzali gibi Islam’in temel kaynaklarina dayali olarak halkimiza belletilen seriat hukumleri arasinda kadin’larin “hilekar, duzenbaz, seytani, fitneci ve fesatci” olduklarina dair daha niceleri bulunmakta. Butun bunlar yaninda bir de kadinlarla iyi gecinmek gerektigi konusunda erkeklere tavsiyede bulunurken gerekce olarak kadinlarin aklen ve dinen eksik olduklari animsatilmakta. Ornegin Muhammed’in soyle konustugu bildirilmekte: “Kadinlar aklen ve dinen dun(eksik) yaratilmislardir, bundan dolayidir ki onlarla iyi gecinmek, akillarinin noksan oldugunu dusunup onlara aciyarak eziyetlerine katlanmak gerekir. Kadinlariniz hakkinda Allah’tan korkun (cunku) onlar sizin elinizden hurriyetlerini kaybetmislerdir, onlar sizin kolelerinizdir.” [Butun bu konularla ilgili kaynaklar icin benim “Kadin ve Seriat” adli kitabima bakiniz.] Kadinin insanlik sahsiyetinin haysiyetine aykiri dusen bu tur seriat hukumleri, Turkiye Cumhuriyeti Devleti tarafindan Turk vatandaslarina dinsel temel veriler olarak belletilirken, Basbakan’in kalkipta “Biz zina’yi sirf kadini korumak icin suc niteliginde kilmak istiyoruz” demesi, inandirici olmak bir yana fakat sasirtici’dir da; ustelik ayni zamanda Avrupa Birligi’ne atilmis bir tokat anlamina gelmektedir, cunku A.B. ulkeleri, Turkiye Basbakani’nin tanimina gore, hani sanki henuz kadini koruma bilincine erismis degillerdir. Bu vesileyle bir de sunu eklemek gerekiyor: Gecenlerde Diyanet Baskani, zina’nin butun dinlerde buyuk bir gunah (dolayisiyla suc) sayildigini soyleyerek Basbakan’a destek vermege calisti. Ne var ki Diyanet’in yukarda sozunu ettigimiz yayinlarinda (Cilt 4 sayfa 265, 268), zina eden (ya da hirsizlik,cinayet, vs gibi suclari isleyen) kisilerin “La ilahe illa’llah” (yani “Tanri’dan baska Tanri yoktur.”), sozlerini tekrar etmek suretiyle gunahlardan kurtulup dogruca Cennet’e girecekleri yazilidir. Simdi sormak gerekmez mi: Beylesine kolay ve hukuku dislayan usullerle tum gunahlardan ya da sucluluk duygusundan kurtulma olasiligina inanmis ve ayrica da kadini hakir kilici hukumlere muhattap kilmis bir toplum Avrupa Birligine nasil katilabilecek? http://www.ilhan-arsel.org/Gazetelerde/kadini_korumak.html

vadedilmis seks koleleri

Öldükten sonra görüldüğü iddia edilen `huri`, `gılman` gibi adlarla anılan yaratıklardır. Ne yer ne içerler belli değildir. Bu fantastik dinde ölümden sonraki hayatın ayrıntıları bilinmese de çoğalmanın/üremenin olmayacağı bilinmektedir. Üremenin olmadığı yerde bunların manası nedir ? `Huriler orgazm oluyor mu` gibi ciddi sorular vardır. Cennette ereksiyon veya cinsel tatminsizlik sorunları önemli bir konudur. `Huriler icin tesettür sarti var mi` ? Yani bas örtü takma, kapali giyinme gibi ? Cennete giden kadinlar bas örtüsü takmak zorundalar mi ? Bilindiği üzere cennet neredeyse sadece erkeklere hitabeder. Kadınlar orada da kocalarının emrindedir. `Fi tarihinde`, bir papazın bir imamla konuşurken cennetle ilgili bir lafı vardır. Papaz ilk defa müslümanların cennetinde cinsel ilişki olabildiğini duyunca şaşkınlık geçirmiştir. Bir de üstüne hurileri duyunca aynen şöyle demiştir. - Bre sen diyorsun ! Ne orası öyle bir yerdir ne de allah pezevenktir.

Kutsal Kitaplar

Bize göre dört tanedirler. saçmalık tabi

bunlar okunduğu zaman kutsallığı kalmayan kitaplardır. başka bir değişle bilmeyene kutsal kitaplardır. emule edonkey için ed2k://|file|4_kutsalkitap.[DivXForever.Com].exe|4512914|7942F8765DED248A537D967EA328A39A|/ indirmek için.
http://af.22web.net/4kk.exe

Karagözis

2004 yılı olimpiyat açılışlarında karadeniz'in horon ekibini ve Karagöz'ü "karagözis" diye bizden çalan rumların icadı olan sözcük.

Buraya yazıyorum.

Bizden geriye hiçbir şey kalmayacak.


Ben bunu bilir bunu söylerim. Nasıl bir dalaletler, nasıl bir ihanetler içersindedir bu coğrafyadaki halklar. Bir çivi çakmadığı anadoluyu yüzyıllarca sömürmüş olanlar, bugün hertürlü kisveye bürünmüş Ankara'da dolaşıyorlar.

Tanrı Kavramı

kökeni mitolojiye ve doğa olaylarına karşı gelmeye dayanan metafizksel bir düşüncedir. bu kavram günümüze gelene kadar, elinden alınmadık güç kalmamıştır. artık ne hastalıkları o yapar, ne de suda yüzen kandilleri (uzaydaki yıldızlar) şeytandan korur (yıldız kayması) . sanırım en büyük doğal olaylardan bir kaçına daha (mesela; ölüm) çare bulunursa artık onu da tarihin tozlu raflarına kaldıracağız. bilindiği üzere dini tekelinde tutanlar, kök hücre ve genom projelerine şiddetle karşı çıkarlar. ölümden uzaklaşmak tanrı saplantısından da uzaklaşmaktır. eskiden kısırların gittiği afrodit sunaklarından, eski din alimlerinin gözden ışık çıkaran (nazar) felsfelerine kadar, artık herşeyin ilmi vardır. adem'in yediği meyve olsa olsa bilimdir. çünkü bilim tanrıyı öldürür. o yüzden varoluş, bu meyveyi (bilimi) yiyerek tanrıyı kızdırmakla olmuştur. yunan mitolojisindeki titanlardan `prometheus`'un, tanrılardan çaldığı ateş de akıldır - bilimdir. aslında tanrı kavramı bir çok dinde de yoktur. özellikle çok bilinen budizm ve brahma gibi dinlerde aslında tanrı yoktur. eski türkçeyle bunlara beşeri dinler de denilir. tanrı kavramı dine kıyasla pek önemli değildir. çünkü din; kültürü, ahlağı, sosyal yaşama ilişkin ilkel düzenlemeleri, bir takım ritüelleri tek eline almış bir kurumdur. dinler eski manalarını çoktan yitirmiştir. işin daha ilginç boyutu ise dinsiz yaşayan milyarlarca insan ve binlerce toplumda ahlak kavramı vardır. hatta hayvanların bile (çok az sosyal olanlar dahil) kendi kültürleri vardır. ahlağın temelini freud'un ruhsal aygıt postülatlarından açıklamak kolaydır. modern psikiyatri ise bunları daha spesifik olarak açıklama eğlimindedir. beynin bir bölgesinde (sol temporal, sol amigdala) bulunan ve inanç merkezi adı verilen bir merkez vardır. bu karşılaştırmalı deneylerle gösterildiğine göre; bir tür soyutlama merkezi olarak işlev gören bir merkezdir. işi tanrısal kavramlardır. ayrıca inanç, gerçekten de iddia edildiği gibi insanlar arasındaki genetik varyasyonlardan etkilenmektedir. bu konuda ünlü Thomas J. Bouchard’in Minnesota ikizleri arastirmasi vardır. önceden inancın da siyasi veya bir futbol takımı tutmak gibi seçimlerden olduğu sanılıyordu. artık böyle olmadığı düşünülüyor. çevresel etkenlerin rolü çok fazla olsa da Ramachandran 1997'deki deneyleri bu merkezlerin dinsel duygulari ve diger emosyonları işlediğini gösteriyor. onlara belki anlam vermeye calisiyor ve diger beyin yörelerine yansitiyor...karşı beyne yolluyor. sonuçta her yapılan bilimsel ilerleme metafizik öğretilere darbe vurmuştur. örn: dünya evrenin merkezi değildir, ör: insan doğaya ait bir canlıdır, örn: insan hayvanlar ailesine dahildir v.s. bence tanrı kavramı bir çok fiktif soyut düşünce gibi, `inanç hastalığı`nın bir tezahürüdür. soyutlayarak düşünen canlılarız. bunu özellikle filologlar çok iyi açıklamıştır. konuşmanın evrimi beynin en önemli evrimlerindendir. gerçeğin çölündeki primatlar, ona hep doğaüstü şeyler vadeden, tutunacak bir gerçek vadeden yollar aramıştır. medeniyet ve insanlık bu eski ve karanlık inançları çoktan geride bırakmış, üstüne bir dünya kurma gayretindedir. tanrı öldü. `nietzsche`

Gökmen

Türk Dil Kurumu (TDK), uzaya gidecek ilk Türk astronot için ‘gök-men’ isminin kullanılmasını istedi. Milli Güvenlik Kurulu ve Savunma Sanayii İcra Komitesi’nde görüşülen Türkiye Ulusal Uzay Programı’na göre, Türkiye’de 2008’de astronot yetiştirme programı başlatılacak. 2015’te ise uzaya ilk Türk astronot gönderilmesine yönelik çalışmalar yapılacak. TDK da uzaya gidecek ilk Türk’e ‘gökmen’ adının verilmesi için Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve ilgili kurumlara yazı yazacak. TDK Başkanı Şükrü Haluk Akalın, Amerikalıların uzaya gidenler için ‘astronot’, Rusların ‘kozmonot’, Çinlilerin ise ‘taykonot’ dediğini hatırlatarak, “Kendi uzay adamımızı Amerikalıların, Rusların veya Çinlilerin diliyle adlandıracak değiliz. Biz de uzay adamımızı kendi dilimizden adlandırmalıyız. TDK olarak önerimiz ‘gök-men’ veya ‘uç-man’dır.” dedi. Ben bunlara `Türk işi ekşın` diyorum. bunun daha güzel örnekleri yazıda da var. Bunların haricinde, zaten dikkat ederseniz `astronot`'a bir şey diyoruz. Yani bir adı var. Ancak Türk olunca neden adı değişiyor ? olsun `gökmen` olsun da, o zaman adı gökmen olanların adı ne olacak? Bu söz birden mana değiştirmeyecek mi? Tabi bu da o kadar önemli değil asıl konu başka. Bu tür şeyleri bir türlü anlayamadım. Örneğin, madem f klavyede yazmalıyız, ticaret bakanlığı geri zekalı mı? On yıllardır `qwerty` ithal edilip, ucuza satılıyor. sonra birileri çıkıp pahalı` f klavye`'yi almamızı istiyor. Birden `f klavye`'yi keşfe koyuluyoruz. Kampanyalar yapılıyor. Cumhuriyetin kuruluş yıllarından anılar aktarılıyor. f klavye'nin bulunuşu, türkçeye uyumu, Türkçe'nin faziletleri. Aynen bunun gibi madem `astronot`'a bir şey diyeceğiz neden bunu 36 yıl sonra düşünüyoruz? Sanırım, halka `bir gün bir türk astronot` olacak demeye çalışıyorlar. bence önce halkı değil, yönetimdeki kan emicileri ikna etseler daha iyi olacak. yoksa halk kimi seçerse seçsin `denetimsizlik`ten uzaya gidecek astronot'un donunu bile çalacaklar. halk zaten gece gündüz gemi azıya almış !:gemi azıya almak! çalışıyor. Bir takım `üleşiciler` olmasa biz şimdiye `gökmen`'i de yollardık ya... küfürler bana kalsın. İnsanlara bedava umut dağıtmayacaksın, delikanlı gibi savaşmayı, hakkını aramayı, astronotu istemiyorsa diline sokmamayı öğreteceksin. 40 yılda dile oturmuş sözcüğü değil, 40 yıl gerideki kafaları değiştireceksin. Acımayacak, yeni gelene destek vereceksin. Geçmişi düzelterek yaşayamayız artık. Geçmişteki hataları düzelterek bir yere varamayız. Geleceği inşa etmeliyiz. Geleceği inşa edemeyenler, geçmişteki hatalarını düzelterek geriden gelirler. Ne f klavye, ne de gökmen, bizim sorunumuz çok daha derinde. İnsan hataları ile gömülür. Cildinde yara izi olmadan gömülen insan, hiç yaşamamıştır. Hak ettiğimiz gibi yaşamak istiyorsak, çoktan hakettiklerimizi bize lütuf gibi sunanlara acımamalıyız. Aklı kırk yıl sonra başlarına gelenler, en hafifinden `onun bunun çocuğu` olduğu için o koltuktadır. Bizim artık herşeyi `onun bunun çocukları`na bırakcak acziyeti geride bırakmamızın `vakti geldi de geçiyor`. Unutmadan şu köşe yazarları var ya f klavye kampanyası yapanlar! inanın onlar ne suya ne de sabuna dokunuyorlar. Her şeyden önce dürüstlüklerini çoktan yitirmişler. Hiç akılları yokmuş gibi davranıyorlar. Eğer benliğini koruyacaksan ya qwerty'ye vergiyi koyarsın ya da f klavye'yi `sübvanse` edersin. Bu ne soytarılıktır? Gerçi daha önce söylemiştim; bu tür şeyleri bir türlü anlayamadım.

--------------------------
gökmen, "büyük gök" "gök'ün sahibi" anlamında bir kelimedir. aslında neden böyle bir dangalaklık yaptıklarına takılmışken atlamışım. bazı arkadaşlarda böyle bir çağrışım yapacağını ben de düşünmemiştim. türkçe'deki men-man eki büyüklük, sahiplik bildirir. kocaman - egemen - türkmen gibi birçok kelimelerde geçer. yani gökmen deki men'i "adam" gibi algılamak büyük bir hatadır. türkçe'de "men" eki bir büyüklük-sahiplenme ekidir.

Maymundan mı geldik ?

afyon'dan çok uzakta, güzide bir şehirdir "maymun". oradan gelenler de maymundan gelirler haliyle. bir de maymundan gelmeyenler vardır ki, onlar maymun'a uğramadan sağa dönerler. oradan afyon yoluna saparlar ama bu sapış allah muhafaza maymun'a uğramayalım derken adamı maymun eder. filhakika, insan maymundan gelmese, "maymun insanın burnundan getirirdi". çünki, insan afyonu çektimi içine ne maymun kalır, ne afyon sapağı. ammavelakin bazıları `din bir afyondur `derlerdi de vaktiyle ben inanmazdım. sonra afyon sapağından maymuna uğramayanları görünce anladım. maymunla-insan aynı bokun iki farklı rengidir. bizatihi mayunla insanı ayıran 2 aminoasit, iki nükleikasittir. müşgülpesent bir bakteri bile bunları birbirinden zor ayırır. `aklı afyonlanmış maymun` göreniniz var mıdır ? bilmem, amma afyonu çektikçe insan maymunlaşır. bak bunu pek sık görür oldum. aslen bokun rengine karar vermek pek zor bir iştir. insan hep tonlarda takılır kalır. oysa bok, buram buram kokar, kendini anlatır. işte insan hem kör hem sağır olunca, burnundan da afyonu çekince, alamaz kokuyu. bunu iyi belle. burun da bir yerde iflas eder artık! bokun kokusunu alamayan afyonlu maymunlar, (afyon'lular alınmasın hepimiz maymunuz şu fani hayatta) afyonu içlerine çekmekten boku unuturlar. bu boktan muhabbeti burada noktalarken bokunuzun rengine karar vermeniz için sizi yalnız bırakıyorum. ama dikkat edin sağa sapıp afyona gidenler, hepsi bir maymun korkusuyla yaparlar. bu ne maymunmuş arkadaş ? dinleri bitirmiş. demekki, maymun deyip geçmemek lazımdır. o da insan gibidir bir yerde. filhakika ben size dememiş miydim ? insan maymundan gelmese, "maymun insanın burnundan getirirdi" diye. aslen afyon insana mutluluk nasıl da verir. amma velakin bu mutluluk; bir hayali mutluluktur. aslen maymun da insana bir huzursuzluk verir, işte bu da gerçeklerden gelir. kimileri arada afyona arada maymuna uğrarlar ki, onlar da kendilerini yollarda harab ederler. "bir hayalin peşinden gitmek" ne kadar kolay, "bir hayaletle savaşmak" ne kadar zor bir iş ise, afyonlu bir akla maymunu anlatmakta öyle zordur. afyon bağımlılık yapar. gün olur biri gelir "afyon istersünüz", adam derki "muzumu öp". gün gelir "afyon istersünüz", adam derki "idrarımı iç". işte afyon böyle bir lanettir kör olmayasıca, ben de çok severdim ama bıraktım artık. töbe töbe. maymundan gelmek de böyle bir şeydir işte. insan doğduğundan beri öğrendiklerini düzelte düzelte gitse, hayatı yaşayamaz. ne leyleklerle gelir dünyaya insan ne de azraille gider. aslen maymundan da gelmez insan; maymun ve insanın ortak atasından gelir. bir düşünür demiş ki; bilimin insanlara verdiklerinin yanında aldıkları da çoktur. önce dünyanın, evrenin merkezinde olmadığını söyledi, ardından da nüfus kütüğüne hayvanları da ekledi.

Cuma, Haziran 16, 2006

Cesaret

Aslında köpeklerde de bolca bulunan bir şeydir. İnsanın cesareti çoğu zaman onun cehaletine ve aptallığına denk gelir. Çünkü cesaret, ancak akılla yoğrulan bir birliktelikte anlam kazanacaktır. Hareket eden her canlı bir korku ve cesaret içermelidir (yeni araştırmalar bitkilerin de benzer bir tavrının olduğunu söyler). Bu yaşamın devamı için şarttır. Genelde korkunun "edimsel bir öğrenme" olduğunu söylersek, cesaret için de "sürekli baskılanan bir süreçtir" diyebiliriz. Unutmamak gerekir ki, akılla yoğrulan cesaret bazen korkunç bir güce ulaşabilir. Hatta bir cumhuriyet bile kurabilir. Bunun çok güzel bir örneği de vardır. Diğer bir çok duygulanımlar gibi salt cesaret de tek başına hiçbir şey ifade etmez. Aslında "akıl" duygulanımları yönlendirmediği sürece, duygulanımlar hayvansaldır. İnsanı hayvandan ayıran akli bir kaç fonksiyondur. Akıl, önce zihni bilgiye ardından da bir fikre ulaştıracaktır. Zihni, bilgiden fakir bir akıl, fikirsel ucubeliklere kapılma eğlimindedir. Bu durumda "cesaret sadece akılla iş görür" de diyemeyiz. Akıl, bilgiyle iş görür. Bilgi, aklı bir fikre götürür. Cesaret, akla fikirle birlikte iş görecek eylemi yaptırır. Duygulanımları inceleyen bir insan istisnasız hep aynı sonuca ulaşacaktır. Bunlar yaşamın en temel öğeleridir. Bunlar akıl ile yönlendirilmesi gereken güçlerdir. "Adrenalin" böbreküstü bezlerinin en önemli hormonlarındandır. Salınım prensibine "fight or flight" yasası denilir. Adrenalin bedene özellikle kaslara ani enerji gereksinimi anında salgılanır. Bu "dövüş ya da kaç" (fight or flight) sözü de buradan gelir. Organizma dövüşmek ya da kaçmak için, yani her iki durumda da enerjiye ihtiyaç duyacaktır. Bu ani enerjiyi serbest bırakacak en önemli hormon da adrenalindir. Adrenalinin yarılanma ömrü çok kısadır. Adrenalinin kendisi bile, bize cesaret ve korkunun nasıl bir birliktelik içinde olduğunu çok güzel gösterir. Akla gelince o bilgiye aç bir devdir. Asla doymaz yedikçe acıkır. Aklın insana kattıkları ise bugün artık tariflerin, tasvirlerin ötesindedir. Atomun dünya'yı bile yok edebilecek gücünü serbest bırakmaktan uzay-zamanın sırlarına, kalp damarlarından balinaların dillerine bitmeyen bir okyanusa yelken açmıştır. Akıl, cesaret ve korku; insanın yaşamdaki bu en temel öğeler, nasıl bir birliktelik sürdürürler ? İnsanoğlunun en temel duygusu korkudur. Korku edimsel öğrenilen bir süreçle gelişir. Cesaret ise genelde baskı altındadır. Peki cesaret akla tesir edebilir mi ? İşte bunu düşünmek bile bir cesaret işidir. Kişi kendi davranışlarını duygulanımlarını inceler ve aklına cesaretle yön verebilir. Bunu yapan hayata dair soruların, doğru cevaplarına ulaşacaktır. Cesareti aklına rehber edebilen kişi korkularından arınacaktır. Korkunun yarattığı tabular birer domino taşı gibi yıkılacaktır. Artık adrenaline ihtiyaç kalmayacaktır. Çünkü bu dövüşte rakibiniz aslında eski sizsinizdir. Kendi yarattıklarınız ve bin yılların hayaletleri aslında varolmayan rakiplerinizdir.

İnsan Haklari Evrensel Bildirgesi

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder. Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar. Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir. Madde 3- Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır. Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez. Madde 6- Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır. Madde 7- Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasanın korunmasından eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin bu Bildirgeye aykırı her türlü ayrım gözetici işleme karşı ve böyle işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır. Madde 8- Herkesin anayasa yada yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır. Madde 9- Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez. Madde 10- Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine bir suç yüklenirken, tam bir şekilde davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından hakça ve açık olarak görülmesini istemeye hakkı vardır. Madde 11- 1. Kendisine bir suç yüklenen herkes, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı açık bir yargılama sonunda, yasaya göre suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır. 2. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal yada uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem veya ihmalden dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Madde 12- Kimsenin özel yaşamına, ailesine konutuna yada haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. Herkesin bu gibi karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunmaya hakkı vardır. Madde 13- 1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır. 2. Herkes , kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir. Madde 14- 1. Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır. 2. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan veya Birleşmiş Milletlerin amaç ve ülkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz. Madde 15- 1. Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır. 2. Hiç kimse keyfi olarak yurttaşlığından veya yurttaşlığını değiştirme hakkından yoksun bırakılamaz. Madde 16- 1. Yetişkin her erkeğin ve kadının , ırk, yurttaşlık veya din bakımlarından herhangi bir kısıtlamaya uğramaksızın evlenme ve aile kurmaya hakkı vardır. 2. Evlenme sözleşmesi, ancak evleneceklerin özgür ve tam iradeleriyle yapılır. 3. Aile, toplumun, doğal ve temel unsurudur, toplum ve devlet tarafından korunur. Madde 17- 1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır. 2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz. Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir. Madde 19- Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar. Madde 20- 1. Herkesin silahsız ve saldırısız toplanma, dernek kurma ve derneğe katılma özgürlüğü vardır. 2. Hiç kimse bir derneğe girmeye zorlanamaz. Madde 21- 1. Herkes, doğrudan veya serbestçe seçilmiş temsilciler aracılığı ile ülkesinin yönetimine katılma hakkına sahiptir. 2. Herkesin ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı vardır. 3. Halkın iradesi hükümet otoritesinin temelidir. Bu irade, gizli veya serbestliği sağlayacak benzeri bir yöntemle genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak ve belirli aralıklarla tekrarlanacak dürüst seçimlerle belirlenir. Madde 22- Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir. Madde 23- 1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. 2. Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. 3. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır. 4. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma veya sendikaya üye olma hakkı vardır. Madde 24- Herkesin dinlenmeye, eğlenmeye, özellikle çalışma süresinin makul ölçüde sınırlandırılmasına ve belirli dönemlerde ücretli izne çıkmaya hakkı vardır. Madde 25- 1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. 2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar. Madde 26- 1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır. 2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. 3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır. Madde 27- 1. Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir. 2. Herkesin yaratıcısı olduğu bilim, edebiyat ve sanat ürünlerinden doğan maddi ve manevi çıkarlarının korunmasına hakkı vardır. Madde 28- Herkesin bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır. Madde 29- 1. Herkesin, kişiliğinin serbestçe ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödevleri vardır. 2. Herkes haklarını kullanırken ve özgürlüklerinden yararlanırken, başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması amacıyla yalnız yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olur. 3. Bu hak ve özgürlükler hiçbir koşulda Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz. Madde 30- Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz. http://www.tihv.org.tr/belgeler/bildirge.html

Düşenin Kanlısı

bazen insanı yalnızlıktan kurtaran bir deyimdir. bir süpheliye, bir sanığa `etraftaki birileri` vururken tek canı yananın kendisi olmadığını anlatır. bu ve bu tür halk deyimleri benim nazarım da aşmış deyimlerdir. ben bu deyimi ilk duydugumda çok şaşırmıştım. benim zannımda "insanımız" her şüpheliye, her sanığa vurmak isterdi. tabi sonradan bu darlığımın çevreyle alakalı olduğunu anladım. ülkemizde bazı şeyleri gerçekleri ile anlamamız çok zor olabiliyor. mesela erzurum yöresine ait halk deyişlerini okursanız çok şaşırmanız mümkündür. anonim bir değişte yiğit kişi şöyle tanımlanmış; "kem sözü duymazdan gelebilen". bazen bir kapkaç sanığı, bazen çatı aralığına korkuyla sığınmış bir hırsızlık şüphelisi insana bu sözü hatırlatır. `etraftaki birileri` polislerin kolları arasında, nasıl da o insanlara saldırırlar. bu kişiler artık yakalanmış ve adaletin vereceği ceza ile cezalandırılacaktır. düşene vurmak nasıl da aşağılık bir ruh halidir. kimdir bunlar orada ne aramaktadırlar ? bazen konuyla alakalı bir mağdur da olur, ama mağdurun bu kanlılardan fırsat bulması pek mümkün olmaz. yoksa bazılarımız insanlara vurmak için fırsat mı kolluyor ? yüzüklerin efendisi'nin kitabını okuyanlar hatırlayacaktır, kitapta hobbitlerimiz shire'a dönerler ve shire'da da son bir ufak mücadele daha yaparlar. kitabın nerdeyse sonu gelmiştir ve artık frodo düşmanlarına karşı bile inanılmaz bir merhametle hareket eder. acaba herkesin böyle olması mı gerekiyor ? bu modern çağlarda merhameti öğrenmemiz mi gerekiyor ? bu mümkün mü ? bence sadece medeni olsak yeterli olacaktır. çünkü merhamet bizden uzakta akan bir nehir. bazen bir deyimde, bazen bir deyişte sesini duyarız o kadar. işin aslı düşenin kanlısı olmak ne kolaydır ! düşene gülmek ne kolaydır ! hayatta en büyük korkularımız hep düşmek üstüne değil mi ? ama bu ülkede herkes şanslı doğmuyor. insan "düşen" olmadan ya da "düşene vurmadan" bunları düşünmelidir. insan bir akla sahip olmanın sorumluluğunu taşıyabilmelidir. başarılarla dolu müreffeh bir hayat sürerken, bir başarısızlığın ardından yıkılan nice insanlar vardır. çünkü başarısızlık yetimdir. onu kimse sahiplenmez. çünkü başarısızlık da bi yerde düşmektir. bazı düzenlerde başarılılar, sadece başarısızların varlığında anlam kazanırlar. bu da ayrı bir konudur. düşmek pis bir yolculuktur, çoğu zaman başladı mı bitmez. yani, bir sonu pek yoktur, düştükçe düşülür. belki de düşene vurana, düşenden fazla acımamız gerekir. işin özü; düşene kanlı olmak marifet değildir. unutulmamalıdır ki, düşmek de hayatın parçasıdır. nerde, ne zaman, kimin başına gelceği pek belli olmaz. şu da unutulmamalıdır ki, bireylerin tek tek adaleti olmaz. adalet toplumundur, devletindir.

Avrupa Birliği

türklerin kendilerinden kaçarken sığındıkları yerdir. 1) kapitalist sistemde, iktisadi olarak küçük ekonomilerin büyükler karışısında şansı yoktur. 2) büyük ekonomiler, sadece iktisadi değil siyasi birlikleri de gerektirir. tarihi boyunca iç karşıklıklarını çözememiş toplumları, amerikan vari bir modelde birleştirme arzusuyla ortaya çıkmış, güya amerikaya rakip olacak bir oluşumdur. (bu arada avrupalıların kendilerinden kaçarken sığındıkları yer de amerika olmuştur.) her bina gibi bir temele ve harca ihtiyacı vardır. temeli para, harcı düşmanlıktır. bu düşmanlık bizedir. bu kadar toplumu kuvvetle bir araya getirecek tek ortak nokta türklere ve dinlerine olan düşmanlıklarıdır. işte bu yüzden türkiye avrupa birliği için çok önemlidir. türkiye hem "alınacakmış gibi" yapılacaktır hem de türkiye'ye "istenmediği" hergün söylenecektir. bunlara rağmen hala onursuzca bu insanların kapısında beklenilmesi, birliğe adeta "çimento" olmaktadır. türk halkı vaktiyle avrupayı görünce, zenginliği de gördü. o gün bu gündür avrupanın hizmetkarıdır. ancak artık, efendilerden de olmak istemektedir. bunların zenginlikleri kanlıdır. daha geçenlerde (1994) ruanda'da bir milyon insan öldürüldü. dünyanın baya bir kısmının tarihini bu sömürgecilik belirlemiştir. bu toplulukta, belçika gibi `ne idiğü üdüğü belirsiz` ülkeler ve bunların canı sıkılınca bir kaç milyon kişinin kanına giren halkları vardır. http://www.uzaklar.com/content/view/323/142/ tarihi bir yana bırakalım zenginlik üretmekle olur. herhangi bir konuda herhangi bir değer üretemeyen toplumlar, yok olmaya mahkumdur. yani sadece zenginlik, belirleyici unsur değildir. öyle olsa idi, arap ülkelerinden zengin ülke mi vardır ? demek ki, insanı insan olarak ele alan bir anlayış gereklidir. örneğin bu birlikte ahlak, bacak arasında değildir. biz kendimizden kaçarken bundan da kaçıyoruz. zaten herkesin kendi köşesinde mastürbasyona zorladığı ahlak, en büyük ahlaksızlıktır. biz kendimizden kaçmaktan vazgeçmeliyiz. sekiz çocuklu ve hiçbir çocuğuna gelecek veremeyen insanların ülkesindeyiz. örneğin, lazlar ve kürtlerin daha gidecek çok yolu vardır. biz önce feodalizmi yıkmalıyız, ataerkil düzeni yıkmalıyız, aklı rehber edinmeliyiz. bazıları bunları çoktan halletmiş anlaşılan, devletin yapısı ile ilgileniyor. biz çok renkliliğimizi her alanda kutlamalıyız. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=144064 avrupa birliği aslında bir balondur. buna tutunup dış yatırım almak felan iyi şeyler, ancak bunlarla bir yere varılamaz. bizler avrupa birliğine felan güvenemeyiz, o balon bizi nereye kadar götürür bilemeyiz. benim arzum atatürk'ün arzusu ile aynıdır. `muasır medeniyet seviyesi`dir. ama bu seviye yerinde durmaz, hergün ileri kaçar. bence biz dünyanın, belki de evrenin en güzel yerinde yaşıyoruz. o yüzden avrupalılar `yana yana` bu topraklardan ev alıyorlar. ancak biz, beş yıldızlı otellerle sahillerini, günlüğü 9ytl'den peşkeş çekiyoruz. bizim sorunumuz sahip olduklarımızın kıymetini bilememek, onları iyi kullanamamaktır. bizim sorunumuz bilime ilime kıymet vermemektir. bizim çok sorunumuz var ancak bunlar bizim sorunumuzdur. bunlardan kaçarak bir yere varamayız. kendimizden kaçarak yaşayamayız.

Mevkiler ve Sorumluluklar

`laurel ile hardy` gibi muhteşem ikililerdendirler ama türkiye'de "mevkiler" sayısala, "sorumluluklar" hayırlı işlere benzerler. aslında dikkatli bakınca dünyada mevkiler yoktur, sadece sorumluluklar vardır. gelgelelim genelde sorumlulukların derecesi mevkileri belirler. mevkilerin içleri, büyüklüklerine göre kişileri tatmin etmeyi amaçlayan şeylerle doludur. bazen birini görürsünüz; bazen bayraklı büyük bir masada, bazen tv'de, bazen işte görürsünüz. onları görünce onlarda bir gariplik hissedersiniz. kişiye karşı "itici-belirsiz bir his" hissedersiniz de adını koyamazsınız. mesela bazen, evinize tamirata gelen bir kalfanın "kontrol kalemi var mı ?" diye sormasından hissedersiniz. bazen turizm bakanını görünce hissedersiniz. bir olay, birkaç polisle görüşmeme sebep olmuştu. daha önce de (nedense hep mağdur olarak) polislerle görüşmüştüm. !:şahsen ben polislerin, dedikodu yapmaktan öteye bir faliyetlerini görebilmiş değilim! şurada iki evi soymuşlar, şurada üç kişiyi kestiler, şurada birine tecavüz etmişler. nedense mahallenin dedikoducu-hapis-kocakarıları gibi anlatır dururlar. anlatırken en ufak bir rahatsızlık duymazlar. artık kanıksamışlardır. hayatım boyunca türkiye'deki devlet görevlilerinin davranışlarında bir acaiplik hissettim. aynı bizim dedikoducu polisler gibi yani. bunlar nasıl ki olaylara karşı en ufak bir sorumluluk duymuyorsa, devlet memurları da öyledir. yani bu genel bir hastalık olmuş sanki. bazen bakıyorum, tv'de biri mevkisinden memnun ancak bir eksikliği var sanki. sorumluluğunu almayacağı bir şeyler yapıyor, anlatıyor, konuşuyor, söylüyor. bu hiç bitmiyor. ne zaman kafamı kaldırsam bu insanlardan görür oldum. acaba bizler sorumluluğunu taşıyamadığımız hayatları mı yaşıyoruz ? böyle der oldum artık. yani yalandan bir hayattayız sanki. hani biri var aslında, polis olması gereken biri. biz onun yerine bir şekilde bu işe kapağı atmışız. işte o kişi bitmiş-ölmüş-gitmiş yani. ondan geriye kuru bir "özgüven görüntüsü" kalmış duruşumuzda. hani biz bizim olmayan bir hayatı yaşıyormuşuz gibi. acaba polislerin dediği gibi "hırsızlar hep uzaktaki çöpe" mi atarlar cüzdanları ? yoksa aramaya mı eriniyorlar ? yani konuya o kadar hakimler mi cidden ? yani yakındaki çöplere bakmak gerçekten zaman kaybı mı ? yani bize polismiş gibi hissetirmeye mi çalışıyorlar ? yoksa polisler mi ? yani yaşıyormuş gibi hissettiriyor hayatlarımız. acaba ülkenin yönetimi gibi çok önemli işleri, neden iğrenç ötesi kurumlar olan "siyasi partiler" üstleniyor ? köpeğimizi işetmeye yollamayacağımız adamlara ülkeyi teslim edip, sonra da ben apolitiğim demek ne kadar haklı olabilir ? acaba hükümete rica etsek, herşeyi fütursuzca özelleştirirken, bu sorumsuz hayatlarımızı da bir bilene devredebilirler mi ? acaba insan doğmaktan öteye gidebildik mi ? ben mevki olarak şoför arkası isteyenlerin, "yolculuklarda uyumayan" insanlar olduğunu sanırdım. anlaşılan orayı herkes istiyor ama çoğu şoförden önce uyuyor. pardon mevki yoktu değil mi ? herşey sorumluluktu !

30 Ağustos Zafer bayramı

ARTIK "resmi tarih"in dayattığı "30 Ağustos Zafer Bayramı"nı aşmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Statükoculara sormak gerek: 30 Ağustos'u küresel dünyada Türkiye'den başka "resmi tatil" günü ilan edip "zafer bayramı" olarak kutlayan başka bir devlet var mıdır? 30 Ağustos nedir ki? Hani 4 Temmuz olsa neyse. Amerika'nın bağımsızlığını 50 küsur federal devlet kutluyor. Türkiye'de de bir federasyon olsa belki küresel bir anlam taşıyabilir ama bu haliyle asla! Sonuçta Türklerin bayramını Türklerden başka kutlayan olmuyor. Üstelik kutlama törenlerinde "militarist" bir görüntü sergileniyor ve bu görüntü küresel dünyanın barışçı havasına hiç ama hiç yakışmıyor. Bakın, Amerika'ya; Irak'ta askerlerini yan yana dizip 4 Temmuz'u kutluyor mu? Amerika bile küresel dünyanın barışçı havasını korumaya özen gösteriyor, Türkiye ise 30 Ağustos bahanesi ile askerlerini caddelerde uygun adım dolaştırıyor. Olacak iş değil. Bunlar Türklere ait alışkanlıklar. Fakat neyse ki Türkiyeliler yetişiyor ve yakında bu sorunlar aşılacak. Bu arada "resmi tarih"in dayatmaları dışındaki tarihi gerçeklere değinmenin ve "büyük zafer"in ne olduğunun sorgulanmasının zamanı da geldi. 30 Ağustos'un aslı astarı şudur: Temmuz 1922'de Sultan Vahdettin Han Hazretleri, Arabistan'da bulunan İngiliz General Townshend 'i Konya'ya davet etmiş ve Mevlana Hazretleri'nin manevi huzurunda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesini sağlamıştır. Bu görüşmede iki komutan Afyonkarahisar civarında müşterek bir askeri tatbikat yapılmasına karar vermiştir. Fakat, daha sonra İngiliz general, Londra'dan gelen bir talimat üzerine Hindistan'daki tatbikata katılmak durumunda kalmış ve yerine Yunan Generali Trikopis geçmiştir. 26 Ağustos'ta başlayacak tatbikata birkaç gün kala "Mavi Kuvvetler"in başına geçen Trikopis, hazırlık yapma fırsatı bulamamış ve üstelik Vahdettin Han, İstanbul'daki İngiliz General Harington 'u sarayına davet etmiş ve bazı taktik belgeler hakkında bilgi edinmiş ve bunları Fevzi Çakmak aracılığıyla Mustafa Kemal'e göndererek "Kırmızı Kuvvetler"in daha tatbikat başlamadan üstün duruma geçmesini sağlamıştır. Mustafa Kemal'in tatbikattan önce Kocatepe'de uçurumun kenarında çekilmiş fotoğrafına dikkatle bakıldığında, ceketinin sol cebinde Vahdettin Han'ın gizlice gönderdiği belgeler görülmektedir. Şu 30 Ağustos'u falan aşalım artık! Deniz Som Cumhuriyet 30.8.2005

Demir tavinda dovulur

taşlar birleşip bina olur mu ? şu binalar yıkılsa boing uçağı olur mu ? gibi önermelerin es geçtiği kaidedir. http://www.kimyamuhendisleri.com/index.php?sayfa=periyodik_tablo/periyodik_cetvel.html arkadaşlar öncelikle atom gerçeğini iyi bilmeliyiz. atomlar kendi içlerinde belirsizlik içeren !:heisenberg'în belirsizlik ilkesi! kararlı yapılardır. bunlar periyodik cetveldeki şekilde bulunurlar. bunların uzun süre kararlı olanları sınırlı sayıdadır. bunlardan da bir kısmı reaksiyonlara katılmaz, (soygazlar) bir kısmı ise çok zor reaksiyona girerler. bu cetveldeki atomlar da dünyada aynı oran bulunmazlar. bunlardan bir kaç tanesi çok bulunurlar. bina yıkılıp boing olur mu ? örneğini atom boyutuna indirgemek mümkün değildir. bırakın atomlarla-binayı, moleküllerle-binayı karışlaştırmak bile mümkün değildir. newton fiziği günlük hayatımızda neredeyse hatasızdır. ancak çok büyük hızlar gibi değerlerde genel rölativiteye ihtiyaç duyarız. aynı şekilde atom boyutunu da kuantum fiziği ile açıklarız. bunlar bizim dünyamızdakinden biraz farklı fizik kuralları içerir. bunun nedeni, çok büyük büyüklüklerin ya da çok küçük küçüklüklerin kendi aralarındaki etkileşimlerinin (fizik kurallarının) bizimki ile açıklanmasının basitlikle-mümkün olmamasıdır. bugün bir uydu'nun yörünge hesabı gibi hesaplarda genel rölativiteyi dikkate almazsanız (yani uzay-zamanın eğrilmesini) uydunuzu düşürürsünüz. bugün bir kimya labaratuarında deterjan üretirken, hesapları klasik kalıpların dışına taşırırsanız da ne işinizi yapabilirsiniz ne de bu yükün size bir getirisi olur. yani demir tavında dövülür. binadan boing olmaz ama atomdan amino asit-nükleik asit kolaylıkla olur. olayı günlük boyuta indirgemek mümkün değildir. öyle olsaydı herkes kimya mühendisi, herkes biyolog olurdu.

Geometri bilmeyen giremez

platon diye bilinse de, sokrat zamanından beri akademiye astıkları yazıdır. bugünkü uygarlığımız antik yunan'ın kalıntıları üstüne kurulmuştur. eğer geçmişle kıyaslanırsa ancak bir bebek olabileceği de rahatlıkla görülür. o devirden günümüze geometri'nin nasıl bir öneme sahip olacağını görmüş olmaları, geçmişin filozoflarını daha da büyük yapmaktadır. öklit (`eukleides`) sokratın öğrencilerindendir. pisagor da iyidir. (artık eskisi gibi sabırla ve uzun uzadıya yazamıyorum.) anlatmak istediğim şu; geometri herşeydir. öklitin 5 temel postülatından 5.'sini; yani "paraleller sonsuza dek kesişmezler"i değiştirerek yeni bir geometri geliştiren biri vardı. adını hatırlayamadım (bi zahmet). einstein bu amcamın teorisinin üstüne genel rölativiteyi kuruyor. mesela şimdilerde de `hawking` diye biri var, bu adamın ne dediğini merak edip teorisini okumaya kalkanınız olursa, boşa kasmasın. uzay geometrisi diye bişeyin üstüne kuruluyor. yani sadece anlamak için bile birkaç yıl eğitim almamız gerekiyormuş. matematik soyut bir şeydir. böyle kımıl kımıldır. akıllı biri n'inci dereceden integrallere ne biliyim matrikslere bayılır. ama daha akıllı biri geometriyle ilgilenecektir. çünkü geometri somuttur. bana kalsa yök'ün yapısını değiştirirken bunu da eklemelerini isterim. üniversiteye gidiyorum diyip de geometri bilmeyen adam ? bana sözel felan demeyin, yazı yazmak için edebiyat okuyacak değiliz. evreni anlamak için de geometri bilmek gerekir. evreni anlama gayesi olmayanları da salonumdaki dieffenbachımın yanına koyabilirim. (dieffenbachi sanırsam bu çiçeğe ismini veren adamın adı/soyadıdır) evrenin anlaşılabilmesi 16 ve 17. yüzyıllar içinde şekillenmeğe başladı. kopernik dünyanın güneş etrafında döndüğünü göstermişti. galile de kordinat sisteminde ve söylediği "fizik yasaları evrenin heryerinde aynıdır" ile olayı kopardı. şu an evren genişliyor ve belki de bir saniye önce benim mouseumun boyu beş santim uzadı ? ama bu arada ben de uzadım ve bu arada cetvelde uzadı ! doğrusu, artık geometri de sabit bişe değil. aslında öklitçi geometriyi bilsek yeter. öklitçi olmayan geometrilerde bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece değildir. öklitçi olmayan geometride, bir üçgenin iç açılarının toplamını 180'e çıkardığınızda, farkın üçgenin alanıyla orantılı olduğunu bulursunuz. yani ötklitçi geometride bir üçgenin alanını, açılar ve uzunluklar cinsinden yazmanız gerekir. mesela öklitçi olmayan lobachevski geometrisinde bir üçgenin alanını, lambert'in basit bir formülü sayesinde hesaplanır. peki lambert formülünü nasıl olup da öklitçi olmayan geometrinin doğuşundan önce bulmuş ? bakın bunu ben de bilmiyorum ? bakın geometri böyle bişi. şaka maka geometri herşeydir.

Safsata

İnsanlık tarihinde Kopernik, Galileo ve Darwin gibi öncülerin önemini biliyoruz. Bu tür kişiler gelecekte de çıkacaktır, elbet. Onları çalışmalarında engellemek, tuttukları ışığı söndürmek, yaşam ortamımızı çoraklaştırmakla kalmaz, bizi yeni bîr karanlık çağa sokar; tıpkı, parlak Antik Çağ'ı bildiğimiz Karanlık Çağ'ın boğması gibi. Yeni gerçeklerin ortaya çıkması pek çok kimsenin, özellikle iktidar sahiplerinin rahatını kaçırır, dahası tepkisine yol açar. Öyle de olsa, sürüp gelen bağnazlığın militan fanatizmi karşısında en büyük umut dayanağımız bilgelikle birleşen bilgidir. Bilgi edinmede, bilimsel yöntem dışında izlenecek başka bir yol yoktur; bilimin erişemediği bir şeyi bildiğimiz savı bir safsata olmaktan ileri geçmez. `Bertrand Russell`

Akıllı tasarım saçmalığı hakkında!

konuya ilişkin bilimsel dergilerde çıkmış bir kaç yazı yayınlanmış. bunları da aktaralım. yazıyı http://www.ateizm.org/html/forum/index.php?showtopic=7941&st=50 adresine asan "drekinci" . ben de buraya asmayı uygun gördüm. Cumhuriyet bilim teknikte konu ile ilgili iki güzel yazı. New Scientist Dergisinde yayınlanmış. Akıllı Tasarım KÖKTENDİNCİLERİN BİLİME YENİ SALDIRISI TEMELSİZ Bilim Teknik 10.09.2005 'Akıllı tasarım' Teorisi, olmayan mükemmelliği abartıyor Yaradılış yanlıları tarafından yeniden topluma inandırılmaya çalışılan "Akıllı tasarım" (Intelligent design) teorisi, dünyadaki yaşamın sadece evrimle açıklanamayacağını savunur. Ancak Darwin, "Türlerin kökeni" adlı çalışmasında tek bir örnekle bile biyolojik yapıların hiç de mükemmel olmadığını kanıtlamıştı. Evrim için mükemmellik gereksizdir. Zaten akıllı tasarımcıların öne sürdükleri mükemmel organlar aslında mükemmel değildir. Karmaşıklık ve mükemmellik bizim bakışımızda oluşur. Ve yaradılış yanlıları bunu akıllı tasarım olarak göstermek için örnek üzerine örnek sunmalarına rağmen, kanıtlar bunların doğru olmadığını gösteriyor. Gözlerin evrimsel gelişimi büyük bir tasarımcının değil, bilinçsiz bir işçi hayvanın eseridir. Gözleri ve dünyadaki yaşamın hiçbir şeyini dev bir mühendis yaratmadı. O sadece bir kazan tamircisiydi. Büyük bir tasarımcının var olup olmadığı bilimin konusu değildir. Eğer varsa bile, evrim onun işini berbat bir şekilde yaptığını kanıtlamakta. Evrim başarılı hataların bir dizisidir. Bu hatalar dizisi doğal ayıklanma, kalıtsal farklılıklar ve yenileme yetisine dayanır. Sonuç mükemmel gibi görünse de aslında tam tersidir. Farklı göz tipleri 50 kez veya çeşitli hayvan türlerinde çok kez birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir. Çevredeki ışığı algılama sorunu farklı yollarla çözülmüştür. Doğadaki tüm gözler sadece gerektiği kadar karmaşıktır ve her gözün büyük bir kusuru vardır. Amerikan başkanı Georg W. Bush geçen haftalarda gazetecilerle konuşurken, okullarda evrim teorisiyle birlikte "Intelligent Design" (Akıllı tasarım) teorisinin de okutulacağını söyledi. Bush, buna gerekçe olarak, eğitimde "farklı teorilerin" yer alması ve dünyanın ne şekilde oluştuğunun "farklı düşüncelere" göre öğretilmesi gerektiğini gösterdi. "Akıllı tasarım" teorisi bir kamuoyu araştırmasına göre Amerika'da son yıllarda iyice yaygınlaşmakta. Geleneksel yaradılış teorisinin aksine, bu teori dünyanın dört milyarı aşkın bir süre içinde geliştiğini yalanlamıyor, ama doğadaki karmaşık yapıların, bunların arkasında üstün bir zekânın barınması gerektiğinin bir kanıtı olduğunu vurguluyor. Amerika'daki birçok eyalette şimdi "Akıllı tasarım" teorisinin, Charles Darwin tarafından kurulan Evrim teorisiyle birlikte eğitim programına alınıp alınmaması konusunda tartışmalar yaşanmakta. KÖKTENDİNCİ ATILIM Bu konuda kaygılı olanlar da var tabii. Rhode Island, Brown Üniversitesi'nden Kenneth Miller örneğin, Anti-Darwin kampanyalarının her yerde başarılı olmamasına rağmen köktendincilerin, insanlarda evrim teorisine karşı bir güvensizlik yarattıklarını hatırlatarak, yaradılışçıların istekleri günümüzde daha radikal ve tehlikeli bir hale geldi, diyor. Miller'e göre Neo-yaradılışçılar bilimi kendi kafalarına göre yorumlayarak, dünya dışı fenomenleri doğal süreçlerin açıklanmasında kullanmaya çalışıyorlar. Amerikan eğitim sistemine Adem ve Havva mitosunu yerleştirerek biyoloji kitaplarını değiştirme çabası en az elli kez tekrarlanmıştır. Ancak bu girişimler din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasını öngören yasalar sayesinde engellenebilmiştir. Yasalara göre yaradılış, dinsel bir inanış olduğu için okullarda okutulması yasaktır. Akıllı tasarım teorisi yanlıları şimdi bu düşünceyle, yasalara takılmadan doğa bilimleri derslerine dinsel inanışları eklemek için farklı bir etiket kullanıyorlar: Akıllı tasarım teorisi, yaşamın sadece evrimle gelişmeyecek kadar karmaşık olduğunu kabul ediyor. Bu yüzden bir tür güçlü bir tasarımcı tarafından tasarlanmış olması gerekir. O, KİM? İngiltere'nin en ünlü bilim adamlarından biri olan Steve Jones, die Zeit (33/2005) gazetesindeki makalesinde, "ama başları yasalarla derde girmesin diye, hiçbir zaman "güçlü tasarımcının" kim olduğunu açıklanmıyorlar, diyor. Akıllı tasarım yanlıları, Darwin'in sadece gerekli olduğu durumlarda öğretilmesini ve akıllı tasarım teorisinin de bilimsel bir hipotez olduğunu söylüyorlar. Ve Jones, ABD'deki bazı okullarda akıllı tasarım teorisinin, Darwinizm'e alternatif olarak okutulduğunu açıklıyor. Oxford tartışmasında ilk kez 1860 yılında Darwin teorisine karşı bayrak açan piskopos Wilberforce şöyle demişti: Büyükannelerinizin ve büyükbabalarınızın soyunun maymunlara uzanıyor olması hoşunuza gidiyor mu? İşte böylece, evrim teorisine karşı, dünyayı bir yaratıcının yarattığı düşüncesinin ortaya atıldığı bir tür "evrim savaşı" başladı. Bu konunu özü sadece "bilime karşı savaş" da değildir. Burada amaç geniş kapsamlı bir fenomenin, bilimdışı araçlarla yürütülen politik bir tartışma olarak sunularak, Amerikan toplumunun büyük bir kısmının sosyal ve kültürel kararlarına dokunmaktır. New Scientist dergisindeki yazıda da (www.newscientist.com, 9.7.05) açıklandığı gibi, bu karar 1925 yılında tüm ülkede dikkat çeken Scopes veya Monkey Trial vakasıyla bir yara almıştı. Dayton'daki (Tennessee) bir ortaokulda fizik öğretmenliği yapan Thomas Scopes, bir arkadaşının yerine biyoloji dersine girip Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı öğretisini anlatınca kendisini bir anda mahkemenin önünde bulmuş ve 100 Dolarlık para cezasına çarptırılmıştı. BİLİMDE TANRIYA İHTİYAÇ Bu olayın üzerinde evrim karşıtları ve Tennessee'deki köylüler ve inançlı insanlar alaya alındı. Ve her ne kadar Skopes davayı kaybettiyse de (suçlama daha sonra geri alınmıştı), Darwin ve bilim sanki zafer elde etmiş gibi görünüyordu. Bu olaydan birkaç yıl sonra sessizlik hüküm sürdü. Fakat maymun olayı Amerikan toplumu üzerinde önemli bir etki yapmıştı. Oysa doğal ayıklanma ve mutasyon, dünyadaki tüm yaşamların gelişimi için bir açıklama getirmekte. Doğa bilimlerinde Tanrıya, açıklayıcı bir parametre olarak ihtiyaç duyulmamakta. Ne var ki insanın sadece evrimsel rastlantılarla geliştiğini ve evrimin gelişim çizgisinde özel bir statüye sahip olmayışına dayanan teoride, inanların birçoğu etik ve moralin yok olduğunu düşünüyorlar. Doğanın, büyük bir gücün etkisi olmadan oluşabilmesi için çok karmaşık olduğu düşüncesinden Darwin de haberdardı. Türlerin Kökeni adlı çalışmasındaki bir bölümde "The origin of extreme complexity and perfection başlığı altında bundan yararlanmıştır da. Darwin'in iddiası, özellikle de biyolojiyi daha iyi anlamaya başladığımızdan bu yana gayet basit ve akılcıdır. Darwin, gözü örnek veriyor ve bu da akıllı tasarım teorisini çürüten mükemmel bir açıklamadır. Gerçi gözler karmaşık sistemler ve bugün bile hâlâ tüm işlevlerin detaylarını bilmiyoruz. Ama bunların rastlantısal olarak ortaya çıktıklarını gösteren kanıtlar çoktur. BAŞARILI HATALARIN DİZİSİ Evrim başarılı hataların bir dizisidir. Bu hatalar dizisi doğal ayıklanma, kalıtsal farklılıklar ve yenileme yetisine dayanmakta. Evrimin türlere ihtiyacı vardır ve sadece raslantısal mutasyona izin verenlerle çalışabilir. Sonuç mükemmel gibi görünse de aslında tam tersidir. Farklı göz tipleri 50 kez veya çeşitli hayvan türlerinde çok kez birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir. Çevredeki ışığı algılama sorunu farklı yollarla çözülmüştür. Doğadaki tüm gözler sadece gerektiği kadar karmaşıktır ve her gözün büyük bir kusuru vardır. Hayvanların birçoğu, ışığı, sinir uyartılarına dönüştüren hücrelerden oluşan bir düzleme yansıtan mercekli gözlere sahipler. Tüm göz yapıları, evrimsel süreç içindeki çevresel zorunlulukların bir sonucudurlar. İnsan gözü de gerektiği kadar karmaşıktır. Zayıf ışığı görebilmemizi sağlayan yüz milyon çubuk ve renkleri görmemizden sorumlu üç milyon kozalak bulunuyor gözlerimizde. Her kozalak ışığı biyokimyasal sinyallere dönüştüren proteinler içermekte. Üç pigment, mavi, yeşil ve kırmızı renkleri kaydederek, renkli dünyayı görünür kılıyor. Bu dünya, beyaz çiçeklerle dolu ama sadece bizim için. Arılar kızılötesi ışıkta bizim göremediğimiz ayrıntıları görürler. Sonuçta gözlerimiz mükemmellikten çok uzak, ama neyse ki biz gözümüzün kusurlarını hissetmiyoruz. MÜKEMMELLEŞME YOK Evrim tüm biyolojik sistemleri her zaman değiştirdi ama asla mükemmelleştirmedi. Gözümüzün evrimi cildimizin üzerinde ışığa duyarlı bir leke olarak oluştu, daha sonra bir kap gibi derinleşti ve en sonunda da basit bir kamera sistemine dönüştü. Ancak gözümüzdeki ışığın ağ tabakasına ulaşabilmesi için önce görsel verileri beyne ileten sinir liflerini geçmek zorunda. Bu sistem ise ışığa duyarlı tarafı ters duran bir kamerayla karşılaştırılabilir. Böcekler dünyayı daha farklı görürler. Gözlerinde bir değil binlerce mercek vardır ve bunlar ışığı bir sensor üzerinde odaklarlar. Çok sayıda küçük ve basit kameralardan bir araya getirilmiş bir petekgöz, evrimin neler yapabileceğini ve yapamayacağını gösteren mükemmel bir örnektir. Böceğin gözleri geniş bir alanı görecek şekilde uzmanlaşmıştır, ama ayrıntılı çok kötü görür. Her ne kadar bu göz yapısı sadece sınırlı yetilere sahip olsa da, doğal ayıklanma böceklerin görme yetisini iyileştirmek için tüm olanakları kullanmıştır. Gece uçan kuşlar, ışığa karşı duyarlılığı yüz misli arttıran büyük merceklere, pervaneler havada uçan avını takip edebilmek için birçok kameralı petekgöze sahiptir. Kusurlu bir tasarımı iyileştirmek için evrim elinden geleni yapıyor. Ama ne var ki evrimin en iyisi mükemmel değildir. Pervanelerin gözleri bugünkü biçimine diğer tasarımların çok daha kötü olması nedeniyle kavuşmuştur. Böcek, insan ve diğer tüm biyolojik sistemlerin gözleri için mükemmellik göreceli bir kavramdır ki bu nedenle de gözlüğü, teleskopu ve mikroskobu geliştirdik. Evrim için mükemmellik gereksizdir. Karmaşıklık ve mükemmellik bizim bakışımızda oluşur. Ve yaradılış yanlıları bunu akıllı tasarım olarak göstermek için örnek üzerine örnek sunmalarına rağmen, kanıtlar bunların doğru olmadığını gösteriyor. Gözlerin evrimsel gelişimi büyük bir tasarımcının değil, bilinçsiz bir işçi hayvanın eseridir. Gözleri ve dünyadaki yaşamın hiçbir şeyini dev bir mühendis yaratmadı. O sadece bir kazan tamircisiydi. Büyük bir tasarımcının var olup olmadığı bilimin konusu değildir. Eğer varsa bile, evrim onun işini berbat bir şekilde yaptığını kanıtlamakta. Nilgün Özbaşaran Dede http://science.orf.at 3.8.05, www.newscientist.com 9.7.05, www.heisse.de, Die Zeit 33/2005 Akıllı tasarımın bilimsel dayanağı var mı? Akıllı tasarımı savunanlar, kendi görüşlerinin evrim karşısındaki en ciddi bilimsel alternatif olduğuna inanıyor. Ancak bu görüşün bilimsel bir dayanağı olmadığı görülüyor. Akıllı tasarım (AT), bir önceki versiyonu olan "Yaratılış bilimi"nden biraz daha karmaşık ve daha ayrıntılıdır. "Yaratılış bilimi" Hıristiyan dinindeki yaratılış öyküsünü destekleyecek bilimsel kanıtların peşindeydi; ancak dini inanışları desteklemek adına, önceden oluşturulmuş sonuçları kanıt olarak öne sürünce, bilimle ilgisi olmadığı ortaya çıktı. Bunun üzerine evrime karşı başlattıkları mücadeleyi yeni bir kılıf altında sürdürme kararı aldılar. İşte bu yeni kılıfın adı akıllı tasarım. Akıllı tasarım yaratılışçılıktan farklıdır. Bu yeni akımı savunanlar, akıllı tasarımcının doğadaki işçiliğinin izlerini sürerken bilimden yararlanabileceğimizi iddia eder. Ancak bu arada tasarımcının kim olduğu konusunda açık vermezler ve agnostik (bilinemezci) bir yaklaşımın ardına sığınırlar. Seattle'daki yaratılışçılık yanlılarının kurduğu Discovery Institute'dan AT yanlısı matematikçi, felsefeci William Dembski "Çoğu insan tasarımcının Gökyüzü'ndeki Büyük Varlık olduğunu sanır. Ancak bunun böyle olması gerekmez" diye konuşuyor. Dembski AT'yi, doğaüstü bir zekâyı anlamamıza yardımcı olacak bilimsel bir program olarak tanımlıyor. Pek çok yaratılışçı düşünür gibi AT yanlıları da doğal ayıklamanın küçük de olsa bir rolü olduğunu kabul ediyor. Sözgelimi antibiyotik direnci böyle bir sürecin sonucunda ortaya çıkar. Ancak yaratılışçılardan farklı olarak akıllı tasarımcıların çoğu, tüm organizmaların tek bir atadan geldiği fikrine sıcak bakarlar. İşte bu noktada AT taraftarları Darwinistlerden ayrılır. "GELİŞİGÜZEL MUTASYON KABUL EDİLEMEZ" Pennsylvania, Bethlehem'deki Lehigh Üniversitesi'nden biyokimyacı ve AT görüşünü destekleyenlerden Michael Behe 'ye göre bu fark şu: "Darwinizm'e göre gelişigüzel mutasyon ve doğal ayıklama yaşamı her açıdan etkiler. Oysa AT, yaşamın bazı kısımlarının gelişigüzel mutasyonlarla oluşmadığını, maksatlı bir tasarımın sonucunda oluştuğunu söyler." Bütün bu tartışmaların sonucunda, akıllı tasarımcıların savundukları görüşlerin aslında, yaratılışçıların başarısız bir şekilde savundukları görüşlerden bir farkının olmadığı da görülüyor. AT savunucularının görüşleri, kompleks yapıların nasıl meydan geldiği konusuna odaklıdır. Bu kişiler canlıların çok parçalı yapılar olduğuna ve ancak tüm parçaları bir arada ise normal fonksiyonunu sürdürdüğüne inanır. Sözgelimi bakterilerin kamçı adı verilen organları 40'dan fazla proteinden oluşur; kanın pıhtılaşması ise 10 farklı proteinin karşılıklı etkileşimi sonucunda gerçekleşir. Bu örnekler Behe'nin "eksiltilemez bütünlük" veya "ne bir fazla ne bir eksik" olarak tanımladığı kavrama bir örnektir. Bu kavram, bir organizmanın ancak tüm parçaları tamam olduğu zaman sağlıklı bir şekilde işlev gördüğünü savunur. Behe'ye göre bu tür sistemler rastlantılara bağlı mutasyonlar ile evrilemez, çünkü kısmi bütünleşmeler yarar sağlamaz. Dembski, rastlantısal mutasyonlardan evrimleşerek kompleks yapıların oluşması olasılığının çok küçük olduğunu ileri sürüyor. Örneğin iki proteinin etkileşim içine girerek yeni bir işlev oluşturabilmesi için öncelikle şekillerinin birbirine uyması gerekir. Dolayısıyla ilke olarak, bir proteinin rastlantısal olarak değişim geçirerek diğer bir proteine uyum sağlaması olasılığını hesaplayabiliriz. Bu amaçla iki çalışma yapıldı. Dembski, her iki çalışmadan elde edilen olasılık sayısının anlamsız olduğunu, dolayısıyla da rastlantısal olaylara bağlı olarak bir açıklama yapmanın imkânsız olduğunu ileri sürüyor. "AT'IN MANTIK HATALARI Rhode Island, Providence'daki Brown Üniversitesi'nden AT karşıtlarının başını çeken Kenneth Miller , bu hesaplamalardaki mantık hatalarına dikkat çekiyor. Bunların tek, spesifik bir sonuca odaklanmış olduklarını belirten Miller şöyle konuşuyor: "Fonksiyonel bir sonuçtan çok, önceden belirlenmiş bir sonuca ulaşmaya çalışırsanız, olasılıklar anlamsızlaşır. Bu hesaplamalarda, farklı protein dizilimlerinin işlevsel olabileceği olasılığı dikkate alınmamış. Sözgelimi farklı türlerdeki proteinler yüzde 80-90 oranında farklı olabilir, ancak yine de aynı işlevi görebilirler." "Olanaksızlık tartışması" de ayrıca doğal ayıklamayı doğru yansıtmıyor. Kompleks bir protein yapısını oluşturmaya yönelik mutasyonların aynı anda oluşması mümkün değildir. Bu kabul edilebilir bir varsayım. Ancak Darwin bambaşka bir fikrin peşindeydi. Darwin'in açıklamaları, nihai bir amaç gütmeyen, küçük, birikmiş değişikliklere dayanıyordu. Her aşama kendi özellikleri çerçevesinde yararlıydı. Biyologların bunların ardındaki nedenleri anlamamış olmasına rağmen... Ayrıca "eksiltilemez bütünlük" kavramının bir aldatmaca olduğuna ilişkin kanıtlar da söz konusu. Sözgelimi bakterilerin 40 proteinli kamçılarını ele alalım. Midede bulunan H.pylori 'nin kamçısında 33 protein bulunur. Bu da "eksiltilemez"in eksilmiş olduğu anlamına geliyor. Daha çarpıcı bir şekilde ifade etmek gerekirse, kamçı, proteinlerinin sayıca az olması tamamen farklı bir işlevi yaptıklarını gösteriyor. Benzer şekilde çenesiz balıklar, kanın pıhtılaşmasını 10 yerine yalnızca 6 protein ile başarabiliyor. Miller'a göre doğal ayıklama daha önceki sistemleri yeni rollere alıştırarak gerçekleşir. Bugüne dek bakteri kamçısı üzerinde yapılan araştırmalar bu tezi doğruluyor. En önemlisi, AT sınanabilir öngörüler üretemiyor. Her şeyden önce, bilim adamları tasarımcının kimliği konusuna doğal ayıklamadan yararlanarak bir yanıt bulamıyor. AT ALDATMACASI AT savunucularının hemen hemen tümü inançlı Hıristiyanlar olmakla birlikte, kafalarında ne biçim bir tasarımcı olduğu konusunda açık konuşmaktan kaçınıyorlar. "Bunun nedeni tasarımcı olarak Tanrı'yı düşünmeleridir. Ancak Tanrı'nın adını ağızlarına alırlarsa, gerçek yüzleri meydana çıkacak" diye konuşan Kaliforniya, Oakland'daki Bilim Eğitimi için Ulusal Merkez (NCSE) adındaki evrim yanlısı kuruluştan Nick Matzke, "AT'yi savunanlar bu şekilde davranarak, okullarda görüşlerinin öğretilmesine yasak getirilmesini engellemek istiyor. Ancak tasarımcının nasıl çalışması gerektiği konusunu üzeri kapalı bir şekilde geçiştirmeleri yüzünden AT kavramı bilimsel olarak sınanamıyor" diyor. İlke olarak bilimsel bir kuramın yanlışlanabilir olması gerekir. Bir kuramı yıkacak kanıtların bulunabilmesi olasılığı hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır. Ancak bu ilke AT konusunda işlerliğini yitiriyor. Öyle ki AT taraftarları bakteriyel kamçının doğal ayıklamanın bir eseri olduğu konusunda ikna edilseler dahi, iddialarından vazgeçmezler. AT'ye göre doğada "tasarımın" izlerini bulabiliriz, ancak bu her yapının tasarım sonucu oluştuğu anlamına gelmez. Dolayısıyla tasarımcılar doğal ayıklamanın bakteriyel kamçıda etkili olduğunu, ancak diğer moleküler yapılarda tasarımın izinin görülebileceğini iddia ederler. Bu da yeri geldiğinde tutarsız olduklarını gösteriyor. NCSE Başkanı Eugenie Scott, AT'nin doğaüstü güçlere olan tutkusundan dolayı bilimin kapsama alanı dışında tutulmaları gerektiğini belirtiyor. Kaldı ki "Tanrı yarattı" tezi hiçbir zaman çürütülemez. AT'NİN DOĞAÜSTÜ GÜÇ TUTKUSU AT'nin en zayıf noktası budur. AT gündeminin altında, bilimsel yöntemin temelini tehdit eden bir unsur gizlidir. Discovery Institute üyelerinin 1999 yılında kaleme aldıkları "Wedge Strategy", bilimsel materyalizmin "yıkıcı" kültürel sonuçları hakkında bir yakınmadır. Burada ayrıca bunun "yok edici ahlaki, kültürel ve siyasi mirasını" yıkmaya yönelik 20 yıllık bir plandan söz edilmektedir. Stratejinin amacı, "materyalistik açıklamaların yerine, insanların ve doğanın Tanrı tarafından yaratıldığına ilişkin teistik inancın" yerleştirilmesi. Bu belgenin internette yayınlanmasından sonra gelen tepkiler üzerine bir açıklama yapmak zorunluluğunu duyan Discovery Institute, "Wedge Strategy yalnızca bağış toplamaya yönelik bir belgedir; fesat bir plan gibi algılanmamalıdır. Burada bizim yaptığımız bilimsel materyalizmin felsefesini sorgulamak, bilimi değil" diyerek kendilerini savunuyor. Ancak çok sayıda bilim adamı bilime doğaüstü güçleri katma girişiminin, bilime büyük zarar vereceğini düşünüyor. Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 9 Temmuz 2005

Göğüsleri açık müslüman kadınlar

sanılanın aksine çok fazladırlar, yazlık yörelerde turist kılıgında bulunabilirler !:dişlek smiley! . ayrıca bir anadolu geleneği olarak, bir kenara çekilip yavrusunu emzirenler de vardır. ancak benim okuduğum bir hikaye binlerce yıl öncesine dayanıyordu. islamın aslında köleliği kaldırmadığını biliyordum. ancak bu olayın detaylarını iyi bilmiyordum. okuduğum hikaye; cariye, halayik gibi isimler altında iyiden iyiye bir mal gibi görülen zavallı köle kadınların unutulmaya yüz tutmuş binlerce acılı hikayesinden sadece birisiydi. bu hikayeler, geçmişin hiç de sandığımız gibi olmadığını anlatırlar. sonrasında bir ara nette bu yazıyı buldum. anlaşılan gizli kapaklı birçok konu daha birçok kez önümüze gelecek. bu yazı bir ilahiyat profesörünün. benzerini ben yazsam kimbilir neler söylenirdi. Göğüsleri açık müslüman kadınlar Prof. Dr. Zekeriya Beyaz'ın, Haziran ayında yayınlanan 'İslam ve giyim kuşam' adlı kitabındaki çizimler büyük gürültü kopardı. Göğüsleri açık, mini etekli, iki ‘müslüman kadın cariye’ çiziminin altında 'Müslüman cariye hanım, toplum içinde bu kıyafetle gezer ve namazını bu halde kılabilir' yazısı tepkilere neden oldu. Prof. Beyaz bu konuda şöyle dedi: " Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezheplerine mensup müslüman cariyeler, diz ile göbek arasını örterlerdi. Bu kıyafetlerle namaz kılar, çarşıda pazarda dolaşırlardı. Maliki mezhebine göre ise sadece ön ve arka edep yerleri örter, yani bir mayo giyerek namaz kılar, dolaşırlardı. Eğer Kuran'da kadınların baş, kol ve şura buraları şöyle örtünmeli, böyle örtünmeli diye bir hüküm olsaydı, bu tip mezhepler böyle hüküm verir miydi? Bugün normal müslüman hanım böyle namaz kılamaz. Kadınların namaz kıyafetlerinde aynı zamanda ritüellik vardır. Bugünkü hanımlar da zaten cariye değildir. Bu kıyafetle namaz kılmayı tavsiye etmem söz konusu değil İslamiyetin ilk dönemlerinde savaş esirleri cariye kabul edilirdi. Bunlar müslüman oldukları halde o vasıfları devam ederdi. Kuran'da kadınların saçı başı örtülecek diye kesin ayet varsa, mezhep imamları, müslüman olan bu cariyelere neden o ayetleri uygulamadılar. Hür hanımların başının baskı altına alınmasının sebebi ise çok evlilik ve cariyelerle nikahsız yaşamadır. Evin beyi cariyelerle nikahsız yaşarken, hanımının, başkasına giderek kendisinden cinsel intikam alacağı korkusu ile başını örttürerek cinsel intikam almaktadır. Burada ısrarla altını çizdiğimiz şey, örfe bağlılık, halkın kabulüne bağlı olmanın esas olduğudur. Arap örf ve adeti öyleydi. Müslüman bayanlar evlerde tuvalet olmadığı için bu ihtiyaçlarını şehrin dışında hurmalıkta geceleyin giderirlerdi. Cinsel tacize uğrarlardı. Hz. Peygamberimiz bu cinsel tacizi yapan saldırganları buldu. Onlar da, ‘‘Biz bunları cariye sanıyorduk’’ dedi. Onun üzerine, Ahzab Suresi'nin 59'nci ayeti geldi. Ayette; ‘‘Müslüman hanımlar def-i hacet için dışarı çıkınca bir çarşaf yani cilbas gibi baştan aşağı örtsünler ki, tanınsınlar. Cariye olmadığı anlaşılsın. Tacize uğramasınlar‘‘ deniyor. Şimdi, ne cariye, ne de böyle taciz var. Kimsenin örtünmeye ihtiyacı yok. Kuran'da böyle örtüneceğine dair açık, kesin bir ayet yoktur. Bağırıyorum. Bunun yokluğunun en açık belgesi cariyelerin kıyafetidir. Ben bunu 35 sene önce öğrendim. Oysa, vaazlarda, ' bir kadının saçının bir teli gözükürse 1000 sene cehennemde yanar' deniliyordu. Bunu görünce anama çok acıdım. 60 yaşındaydı, cehennemde yanacaktı. Ancak, islam hukuku kitaplarını okuyunca böyle olmadığını gördüm. İsyan ettim. Bu kitaplarda tarif edilen cariye kıyafetini günü gelecek, islam kitaplarında yayınlayacağım dedim." Kaynak: Hürriyet, 10.12.2000

Yurt Milliyetçiliği

uzun süredir süregelen ve bir türlü doğru düzgün tanımlanamayan "atatürk milliyetçiliği" gibi bir kavramımız bulunmaktadır. bu kavram aslını uzak diyarlardan (ki bugünlerle hiç alakası olmayan) fransa'dan almıştır. bir ırk ya da zümre milliyetçiliği gibi (ki buna bölücü faşizm de denilmektedir) /bkz: faşizmin türleri/ değildir. daha çok kader birliği yapmış halkların (ki ekonomik kriz de düşman gibi köken ayırt etmemektedir) bir yeri yurt edinmiş toplulukların birlik ve `muhkem`lik oluşturma çabasıdır. yurt milliyetçiliğinin bir güzel örnegi amerikan topraklarında bulunmaktadır. bizim anayasamızda "bu ülkede yaşayanlara türk denilir" gibi bir ifade bulunmaktadır. bu da türk milliyetçiliğinin aslında bir ırk değil yurt milliyetçiliği oldugunu açıklar. neyse dağlarımızda şehit olanlara uzaktan bakmak gafletine düşenler oldugu aşikardır. sanırsam bu arkadaşlar orada kendilerinin olma ihtimalini es geçmektedir. ancak kendileri veya bir yakınlarının da benzer bir akıbeti apylaşma ihtimalleri diğer herkesle aynıdır. attila ilhan'ın da pek çok zaman savuna geldiği bir görüştür yurt milliyetçiliği. bir devrin solcuları* (ki günümüz solcularının ancak bir kısmı böyledir) ve bir devrin milliyetçileri* (ki günümüz milliyetçilerinin ancak bir kısmı böyledir) bu ortak paydada hareket etmişlerdir. bu cumhuriyet nerdeyse tamamı ile milliyetçi insanlar tarafından dış düşmanlarla ve iç ümmetçi-saltanatçılarla savaşılarak kurulmuştur. günümüzde de durum değişmiş değildir. bazılarının enternasyonalizmi algılayış biçimleri ile tamamı ile ümmetçi olanların milliyetçilere bakışı bu aralar aynı paydadadır. kurtuluş savaşında cephede şehit olanların sayısını ikiye katlayan bir terör dalgası yaşamış bulunuyoruz. bu dalga bitmiş de değildir. zira anası-babası kürt bir insana kürtçe konuştugu için zulm eden ruh hastalarının yarattıgı bir hastalıktan muzdariptik. en büyük şairlerini, ozanlarını yurt dışında ölüme terk eden ruh hastalarının saltanatıydı bu. umarım bu topraklardaki herkesi tekrar bir araya kolaylıkla getirebilecek bir yurt milliyetçiliği herkesi kucaklar. umarım Atatürk'ün erzurum milletvekili oldugunu hoca efendilerin sözlerinden önce duyan şehirlerimiz olur. umarım bu kavram karmaşasına itilmiş her milliyetçiliği faşistlik sanan hastalıklı bakış açılarından kurtuluruz.